viernes, 24 de agosto de 2012

İstanbul'dan günübirlik gezi örneği


İstanbul öyle bir yer ki, içindeyken, bu şehrin bir de dışı var mı aklımıza gelmez. Gelse de uzak gelir.

Ahmet Hamdi de beş şehir de şöyle demiyor mu:
İstanbullunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiîdir.
Göztepe'de, hışırtılı bir ağaç altında bir yaz sabahını tadarken küçük bir ihsas, teninizde gezinen hiçten bir ürperme veya gözünüze takılan bir hayal, hattâ birdenbire duyduğunuz bir çocuk şarkısı sizi daha dün ayrıldığınız bir Boğaz köyüne, çok uzak ve değişik bir dünya imiş gibi çağırır, rahatınızı bozar. İstanbul'da, işinizin gücünüzün arasında iken birdenbire Nişantaşı'nda olmak istersiniz ve Nişantaşı'nda iken Eyüp ve Üsküdar behemahal görmeniz lâzımgelen yerler olur. Bazen de hepsini birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece bulunduğunuz yerde kalırsınız.
İşte İstanbul'un bu güzide semtlerini düşünüp yerimizde kalmaktansa harekete geçip, İstanbul yakın çevresi ile de aşina olmak için bir şeyler yapılabilir. Çünkü bu dar-ı saadet'in pekâlâ etrafı da nadide güzellikler dolu. Öyle olunca da gün içinde bile nefes alınıp dönülecek yerleri var. Neler var diye düşününce ilk akla gelenler; Ağva, Şile, Riva, Kıyıköy, Tekirdağ, İzmit, Sapanca, Maşukiye, Yuvacık, Hereke, Edirne, Kandıra, Kefken, Kerpe, Karasu vb. gelebilir. Bu konuda bir çalışma yapıp iyice çeşitlendirmek faydalı olabilir. Yalnız tüm bu yerlere hafta sonu ve özellikle de bayram tatili vb. günlerde gitmek de pek akıl kârı değil elbet.

Sözün özü bu yazıda, bir günübirlik gezi tavsiyesi vermek istiyorum. Kabaca gezi planı şöyle: İznik, Armutlu, Taksim.

İznik'e gitmenin 3-4 yolu vardır. İstanbul tarafından gidenler eğer bir de feribota binmedilerse, Karamürsel'den hemen sonra dağ yolu ile ulaşmak ve yukarı çıkarken geniş ve net körfez manzarasına bakmak makuldür. Bunun dışında Orhangazi ilçesinden daha iyi bir yoldan gitmek ve Bursa tarafından gelenler için ise gölün diğer tarafından varmak da bir alternatif. Ayrıca Yenişehir ve Adapazarı tarafından benim hiç denemediğim (henüz) 2 yol daha var. Aslında bu yollarda, Osmanlı tarihi açısından değerlendirilmesi gereken yollar. Özellikle de Adapazarı yolu ile Göynük ve Mudurnu'ya kadar gitmek sanırım tarihi ve köklerle manevi bir irtibat kurmak için faydalı olacaktır. Tüm bu yerleri ve İznik'i anlamak için Kuruluş dizisi izlenmeli.




İznik'e neden gidilmeli sorusuna yanıt verelim şimdi. Öncelikle her gidenin bu göl gerçekten büyükmüş dediğini duyarız. Nasıl Abant'ı görenlerin yaşadığı bir hayal kırıklığı varsa, burada da tam tersi var. Göl'den ötürü güzel bir sahili de var, merkezde daha düzenli ama gölün karşı kıyısında da güzel yerler var. Ayrıca suya girmek de mümkün, tabii dikkatlice. Meşhur İznik Konsülü de burada, bugünkü Aya Sofya cami, bir zamanlar meşhur incilin 4 kitaba indirgenmesi hadisesine ev sahipliği yapmış. Ayrıca İznik surları, tarihi cami ve medreseler, türbeler, antik dönem kalıntıları vb. pek çok tarihi eser görülebilir. Çini'nin de merkezi tabii burası. Mesela El Hamra sarayında kırmızı çini göremezsiniz, zira kırmızı çininin de bulunduğu yer burası.


Yemek için Köfteci Yusuf var. Tatlı mıdır nedir? Bu köfte gerçekten güzel, orada değilde dönüşte Orhangazi'de yada Yalova'da da yemek mümkün. Biraz sıra beklemek gerekiyor bazen. Ama isterseniz kasabından alıp evde de güzel pişirirseniz aynı tat. Sabah eğer dağ yolundan geldiyseniz, Kadriye köyü kahvesinde çok güzel bir çay içebilir yanında getirdiğiniz böreği yiyebilirsiniz.

Öğle'ye kadar yemek de dahil buradaki işinizi tamamladıysanız, denize girmeye hazırsınız demektir. Bunun için 3 alternatif makul gözüküyor: Çınarcık, Esenköy ve Armutlu. Yorulmaya niyetiniz yoksa Çınarcık mantıklı gözüküyor Yalova'ya en yakın olduğundan. Lakin seyrek insanın bol plajın ve dalganın olduğu bir yerse niyetiniz biraz daha gidip Esenköy'e varmanız gerekir. Yorulmak kelimesini sevmiyorsanız da, Armutlu'ya devam edebilirsiniz.

Yalnız Armutlu ilk defa giden ben gibi biri için hayal kırıklığı oldu. Oldukça küçük bir yer. Ayırca tırnaklı pide kuyruğundan başka bir şeyde kalmadı aklımda. Sonuçta tırnakla çizilen bir hamurdan yapılan ekmek bu kadar ilgiyi neden görüyor anlamak güç :)

Bu rota'da bir Şenköy ve pazarı var tabii. Hani Balıkesir'den Havran'a varmadan evvel olan pazar gibi yolun 2 yanına kurulmuş genelde meyve satılan tezgahlardan bahsediyorum. Burada gözleme yemek de mümkün lakin, oldukça küçük, hatta abartısız yarım gözleme kadar küçük. Şenköy'ün meydanı da tıpkı yol üstündeki bir kaç yer gibi güzel. İstanbul'dan uzaklaştığınızı anladığınız ağaçlı yollar var. Şenköy biraz da hemen karşındaki Mudanya'nın Zeytinbağı köyünü andırıyor.

Bu kadar dolaştıktan sonra Ahmet Hamdi'yi ve sözlerini hatırlayıp İstanbul'un semtlerini özlemek mümkün. O yüzden dönüşte her ne kadar işe yaramaz insanların sayısının artmasına ve caddeye müzik seslerinin artık geliyor olmasına rağmen İstiklâl caddesine uğramayı öneriyorum. Geç saatte yemek yememe alışkanlığı yoksa Bereket Döner hep orada temiz ve güzel yemekleriyle. Nargile kokusuna dayanabiliyorsanız da geceyi bir çay ve sohbetle neticelendirebilirsiniz.

Bu yazıda pek az resim oldu. Ayrıca bahsi geçen yerler ile ilgili daha detaylı gezi siteleri de olabilir, lakin ne demişler "karınca kararınca" bir faydası olaması dileğiyle...

miércoles, 8 de agosto de 2012

Sabır, inanç ve domates

Bu başlığı seçerken, önceki bir yazının başlığınından istifade ederek, aralarında bir alaka kurmak istedim. Sonuçta bir şeylere erişmek için sabır ve inançtan bahsetmiştik o yazıda. Ama tabi burada mevzu lale gibi 15 günlük bir güzellik değil de, hayatımızda önemli bir rol oynayan "Domates".

Neler olmaz ki ondan, her yemeğin rengidir o, salçadır bazen, bazense salatanın tadıdır. Kimi kurutur yer, kimi de menemende suyunu yer. Ama hep biz onu şimdiye dek hep manavlarda, marketlerde, pazarlarda bulduk. Nereden geliyorsun, nasıl büyüyorsun diye pek de soran yoktur. Eğer dalları ile salkım şeklinde satılırsa iki katı para vermeye de razı oluruz, daha bir yakın olmak için doğaya.

Ama artık yeter! O domatesi daha bir iyi anlamanın zamanı gelmişti. Bunun için de biraz inanç ve sabır tabi ki gerekliydi, biraz da cesaret tabii.


Ama bütün bunların zorluğu o ilk domatesi görünce nasılda ortadan kalkıyordu. O pek çokları için sıradan olan manzara karşısında ben dahi mesut oldum.

Domatesin biraz öncesine gidersek önce çiçek açması gerekiyormuş tabi. Ancak o çiçek solup gittiğinde bu sefer üzülmüyoruz, bilakis seviniyoruz. Zira tam da orada bir domtescik belirebilir.
Aslında yan saksıda dahi bir hikaye var. O saksıya bir şey ekilmediği halde orada beliren bir ot tarzı bir şeyler oldu. Neyse kim uğraşacak dedik büyüsün dedik. Hatta epey büyüyünce, solma alametleri belirince su verme ihtiyacı da hissettim. Lakin içimde bir umut olarak ondan beklentilerim de olmadı değil.

Sonra derken o bitki dahi çiçek açtı, benim de umutlarım da.

Ve sonunda umutlar karşılık buldu ve bir yeni canlıya daha bu dünyada varlık kazandırıldı.

Ama tabi her şey o kadar da toz pembe değildi. İlk saksıya dönecek olursa, orada 3 domates, 2 biber fidesi yola çıkmışlardı. Ancak domates fidelerinden biri hemen en başta, diğeri ise oldukça büyüdükten sonra kurudu. Demek ki bir saksı da, bir domatese yer vardı. Lakin biberlerin durumu enteresan oldu, onlar ne büyüdüler, ne de öldüler. Hayat ile ne kadar da benzerlikler içeren bir saksı habitatı varmış.


Not: Yazıda geçen çiçek ve sebzeler gerçektir, ancak hisler ve ifadelerde abartı, mizah vb. olabilir :) Ayrıca herhangi bir edebi kaygı da barındırmamaktadır.