viernes, 3 de febrero de 2012

Kayseri ve Güneydoğu Gezisi


Bu gezi yazısında 2011 Mayıs ayında yapılmış, uzun soluklu bir gezinin akılda kalan kısa soluklarını yazmayı planlıyorum. Bir gezi yazısı, gezinin ancak 10'da 1'ini yansıtabilir, böyle zaman sıkıntısından ötürü geç yazılmış olan yazı ise herhalde 100'de 1'ini yansıtacaktır, o bağlamda okunursa daha eftal olur. Yukarıdaki haritada göstermeye çalıştığım gibi rotamız: Kayseri -Kopuzbaşı - Kayseri - Maraş - Antep - Urfa - Adıyaman - Harran - Viranşehir - Nusaybin - Midyat - Hasankeyf - Batman - Diyarbakır - Mardin - Diyarbakır - Eğil - Elazığ - Malatya şeklindeydi. Malatya'da duramadık vakit müsaitsizliğinden ötürü, lakin diğer yerleri mümkün mertebe açıklamaya ve resimlerle göstermeye çalışacağım. Resimler'de maalesef yetersiz, pek çok yer eksik. Ama uzun süren gezilerde fotoğraf çekmenin çok yorucu olduğu kabul edilirse maruz görülür umarım.

Aslında zamanında yazılma imkanı olsaydı, her bir kısmı ayrı bir yazıyı hak eden, çok kıymetli bir coğrafyamız var. Gezerken kazandığımız enerjiyi, şimdi yazarken bile hissediyorum bir nebze.

Kayseri - Merkez


Yolculuğumuz tam olarak Kayseri'den başlamadı ama gezimiz burada başladı diyebiliriz. Kayseri oldukça modern bir şehir. Şehir merkezi çok düzenli ve aynı zamanda Selçuklu mimarisinden de önemli eserler kalmış durumda. Ulucami'nin girişinin aşağı doğru olması, aklımızda kalan önemli farktı.

Erciyes'in Mayıs ayındaki manzarası da görülmeye değerdi. Fotoğraflarda ayrıca, panoramik Kayseri manzarası, bizi misafir eden Bekir Balaban arkadaşımızın hazırladığı kahvaltı, Kadir Has Stadı, yol üzeri manzaraları da gözükmekte. Lakin ev yapımı Kayseri Mantısını yeme heyecanından fotoğrafını çekemedik :) Bir daha bulamayız diyerek fazla fazla yedik. Böylece ertesi gün de yemek yemeyerek zaman kazanmış olduk.

Kopuzbaşı Şelaleleri

Eğer birisi İstanbul'a gelmişken Bolu'ya da bir uğrayayım derse bu söz ne kadar mantıklı ise, Kayseri'ye gitmişken Kopuzbaşına'na uğrayayım demesi o kadar mantıklı olur. Bu zorlu parkura katlanmak, sonundaki olağanüstü şelaleler için değer mi, değmez mi tartışılır. Ama sadece bir defaya mahsus olmak üzere bu yol çekilebilir belki de.

Yol üstünde Yahyalı ilçesine oldukça yakın olan Derebağ Şelalesi de hiç fena değil. Sol altta ve orta üstteki resimler ona ait. Piknik yapmak, dinlemek için ideal. Bi Kopuzbaşı değil elbet :) Dediğim gibi çok güzel, belgesellerdeki gibi, ama yol çileli. Hatta kaybolmak da ihtimal dahilinde.

Kahraman Maraş


Kayseri gibi modern bir şehirden sonra Maraş'a gidelim de Anadolu turumuz başlasın diye düşündük ama, şehre girince fark ettik ki, Anadolu hiç de umduğumuz gibi değil. Hani şu "buram buram anadolu" tarzı gezi programları var ya, onlar bile bizlere buraları tam manasıyla gösteremiyorlar. Maraş'ta, Kayseri kadar olmasa da oldukça güzel modern bir şehir. Fotoğrafta yine bir seyir terasından şehir panoramasını ve Mado dondurmalarının merkezini görebilirsiniz.

Gazi Antep


Maraş'ın en güzel yanlarından biri de Antep'e yarım saat hem de otoban ile gidilen bir yolla varılması, tıpkı Gebze - Kadıköy gibi. Böylece Maraş'ta ikamet edip Antep'i gezme şansımız da oldu. Antep'te de Kayseri gibi tramway gördük. Şehir yine çok güzeldi. Hatta bazı caddelerinde ilerlerken Antep'te miyiz, yoksa Levent ya da Bakırköy'de mi anlamak zordu.

Ama bütün bunların ötesinde burada en çok merak ettiğim, baklava ve lahmacundu. Bir yandan eski çarşıyı gezerken bir yandan da bu meraklarımı gidermek güzel oldu. Kamil Ocak stadının bu kadar şehir içinde olmasına şaşırdık.

Antep'e gidersek ne yapalım derseniz, önce merkezi sorun derim. Oradan zaten kalabalığı takip ederseniz sizi çarşıya yönlendiriyor. Ama kapalı otoparkın arkasındaki sıradan gözüken lahmacuncu da, lahmacun yemek önemli. Her yerin kendine göre kültürü var tabi, o lokantada da oturduğunuz zaman direkt olarak geliyor lahmacun ve salata, sorgu sual yok.

Ayrıca tatlıcıların önünde durup, kağıtlardan alıp ayak üstü sıcak tatlılardan dilediğinizi yiyebiliyorsunuz, sonra kaç tane yediğinizi söyleyip tatlı başına 50-75kr civarı ödeyip yolunuza devam edebiliyorsunuz. Bu kadar fast food'u başka yerde görmedim. Meşhur baklavacılara da gidilirse, porsiyonların burdakinden çok daha büyük olduğunu hatırlatmak isterim.


Şanlı Urfa


Urfa denildiğinde insan bir durmalı ve titremeli. Şimdi yazarken bile titriyor insan, hem maddi hem de maddiyatın çok üstünde manevi derinliği olan bir şehir. Balıklı gölün etrafında çok güzel bir tesis var. Buraya 3.gelişim ama, insan bir gününü tamamen bu tesiste geçirse sıkılmaz, bilakis huzur dolar. Bir de etraftaki küçük satıcılar ve dilenciler olmasa tabi. Eskiden çocuklar balıklı göle evlerine misafir götürebilmek için gelirlermiş, şimdi ise zıt bir durum var. Bir diğer problem de aşırı kalabalık.

Urfa'nın güneyinde dolaşırken ne kadar da az gelişmiş bir yer diye düşündük ve tamam şimdi işte televizyondaki gibi gelişmemiş Anadolu şehrini bulduk derken, ters istikamette yine çok güzel bir şehir karşımıza çıkıyordu.

Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı makamdan çıkmak zor olsa da Hz.Eyyup'un mağarasına da gitmek ve oradaki sudan içmek önemli bence. Suyu ve mağarayı, anlamlarını biliyoruz zaten, resimde de oradan da bir fotoğraf var.

Adıyaman ve Nemrud


Nemrud yolu da uzun olması itibariyle ve de özellikle son kısımlarındaki yine bozuk ve tehlikeli kısmı itibariyle oldukça yorucu. Bir de sezon dışında ve gece vakti gidilirse oldukça ürkütücü. Gece vakti, sessizlik, insansızlık ve karanlık, bir daha mı, asla :) Resmin ortasında büyük resimde Fırat üzerine düşen ay ışığı, sanki aşağıda büyük bir şehir varmış edası veriyor. Halbuki bir kaç köy harici tamamen orman olan bir yer. Ay ışığı o gece vaktinde bizim rehberimiz oldu.

Bu resimde pek çok kişiye anlamlı gelmeyebilir. Ama hemen arkada gözüken dürümcü de 2 kişi yemek yiyip 7.5tl vermemiz de bu resmi özel yapmıyor. Bu resim öyle nihayet pek gelişmemiş olan Adıyaman merkezinin güzel bir köşesi olması itibariyle, gece insanlara hizmet veren bir köşe olması itibariyle güzel. Nedense buraları Karamürsel'e benzettim.

Harran - Viranşehir


Urfa sadece merkezi ile değil, ilçeleri ile de önemli bir yer. Harran dünyanın en eski üniversitesinin bulunduğu yer. Ayrıca çok önemli kültürlere de ev sahipliği yapmış, ayrıca incelenmesi gereken bir yer.

Ancak benim ilgimi bir kez daha çeken, dışarıdan kum yığını gibi gözüken, geleneksel Harran evlerinin, için girince önce güzel avlusunun ferahlığı ve daha da önemlisi buz gibi serin olması insanı şaşırtıyor.

Viranşehir merkezi bilmiyorum ama onun biraz gerisindeki Peygamberler beldesi de oldukça manevi bir ortam. Hz Eyyub'un kabri ve daha pek çok zat burada. Çevre düzenlemelerinin de yapılıyor olması çok güzel.

Midyat - Hasankeyf


Midyat, Mardin'in bir ilçesi tabi, ama başlı başına bir kültürü var ki, Mardin'le yarışır. Hem pek çok diziye ev sahipliği yapması hem de yaşayan Hristiyan kültürü ile ilgi çekici bir yer. Burada da sonra Mardin'de de göreceğimiz gibi, Manastırları ziyaret etmek mümkün ama kiliselere girmek mümkün değil.

Tarih güzel tabi ama Nusaybin - Midyat yolu arasındaki Beyaz Su isimli mesire yeri, çölün ortasındaki vaha gibi. Çok geniş ve hızlı akan su sayesinde, onlarca tesis kurulmuş. İnsanlar hem burada karnını doyurabiliyor yeşillikler ve su içerisinde hem de yüzebiliyor. Buranın bana bedeli de, esrarengiz şekilde kaybolan gözlükler oldu :)

Hasankeyf'e gelince, bir türlü sular altında kalmadı gitti. Her seferinde bu sefer sular altında kalacak diye gidiyorum ama, galiba daha çok turist gelsin diye söylenen bir söz. Ama her türlü övgüyü hak edecek bir güzellik. Özellikle de gün batımında daha da güzel.

Bizim için ilginç olan yolda karşılaştığımız yüzlerce metre uzunluğundaki koyun sürüsü oldu, hem yolu kapatmışlar aralarından geçmek zor oldu, hem de bu kadar koyunu bir arada Kurban bayramında bile görmemiştim. Yolda yine güzel manzaralar görmeye devam ettik. Ayrıca sonra, Batman merkeze doğru devam ettiğimizde petrol kuyularını ve kokusunu da görünce Coğrafya dersleri bir kez daha aklımıza geldi :)

Diyarbakır


İnsan bu kadar gezince amma da gezdim, ne çok şey gördüm diye düşünüyor. Ancak Diyarbakır sanki şimdiye kadar gördüklerimizin özeti gibi çok güzel bir şehir. Aslında böyle bir gezinin, bir gününde gezmek yerine ayrı bir geziyi hak ediyor.

Yine televizyonların kafamızda çizdiği Diyarbakır'ı değil, özellikle sur içi olağan üstü güzel olan Diyarbekir'i buluyoruz karşımızda. Çin Seddi'nden sonra dünyanın 2. uzun surlarından bahsediyorum, uzaydan bakıldığında kalkan balığı şeklinde olan surlardan bahsediyorum ama maalesef trafiğe çözüm olsun diye bir kısmı yıkılan surlardan da bahsediyorum.

Burayla ilgili de anlatılacak çok şey var. Sur içinde restore edilmiş burçlar, camiler, kiliseler, hanlar vb. pek çok şey var. Mardin'in sarı taşı burada Diyarbakır'ın kara taşı ile birlikte kullanılınca ortaya Diyarbakır'a özgü bir dama şeklinde mimari çıkmış. İslam medeniyeti açısından da, fethedilen ilk büyük şehirlerden biri olması itibariyle kıymetli bir yer.

Fotoğrafta Kasımiye Hanı (ismini doğru hatırlıyorsam) içindeki kahvaltıcılar (altında da İstanbul'da bile olmayan büyüklükte bir kütüphane de var), şansımıza buralarda bu mevsimde az görülen yağmurlu bir an, Ulu Cami, cami ve kiliseleri gösteren tabelalar ve eğer iyi bir ciğerciye giderseniz, ciğer harici gelen 6 farklı meze gözüküyor. Sırf bu yemek için bile oraya uçakla gidilip gelinebilir, pişman olmazsınız.

Diyarbakır'ın kuzeyine doğru müthiş bir konutlaşma var. Bulvarlarının genişliği bana Antalya'yı anımsatıyor. Hepsi bir tarafa evler oldukça geniş. Kışın çok soğuk olmadığından, ısınma derdi pek yok ve insanlar büyük evlerde oturmayı seviyor. Öyle ki, salonlar İstanbul'daki evler kadar büyük.

Mardin



Mardin artık çok bilinen ver reklamı da oldukça yapılan bir şehir. Öyle ki, kalabalıktan gezmekte zorlandık diyebilirim. Önceki gelişlerimde göze çarpan tesis sıkıntısı da yapılan büyük otellerle gideriliyor. Mardin'in Selçuklu tarzı camileri beni hep etkiliyor. Medreselerdeki huzur da başka tabii. Oradaki felsefeleri biraz çözebilsek ne güzel olurdu.

Biraz şehir dışındaki Dey'ül zaferan manastırı çok etkileyeci ve süryani kültürünü anlamak için önemli. Dara harabelerine de gidip sıradan bir köy gibi gözüken köyün dibinde neler neler olduğu görülmeli.

Benim için Mardin'in güneyindeki Harran manzarası eşsiz. Deniz gibi ama denizden de öte farklı bir şey. Baktıkça derinleşiyor ve dinleniyor insan. Farklı efektlerle, farklı görünüşler de verdi bu koca Harran ovası...


Eğil

Eğil, Diyarbakır'ın kuzeyindeki bir ilçe. İsmini önceden duyurmuş muydu, bilemiyorum zira ben duymamıştım. Eğil'de yakın zamanda keşfedilen 3 tane Peygamber mezarı var. Burayı önemli yapan da bu. İstanbul'da pek çok veli kabri var, ama Eğil'de 3 peygamber. Resim büyütülüp incelenebilir. Resmin hemen üstünde de eğil baraj gölü ve dikkatlice bakılırsa tek araç taşıma kapasiteli feribotu da görünebilir.

Elazığ

Dönüş sırasında güzel Elazığ'ın Harput'una çıkılmadan edilmezdi tabi. Burası da Mardin ve pek çok yer gibi tadilattaydı. Şu sıralar bitmiş olduğunu varsayıyorum. Tabelalar filan da ilave edilirse çok güzel bir kültür merkezi olacaktır, manzarası da cabası. Özellikle Arap Baba oldukça ilginç.

miércoles, 1 de febrero de 2012

Gaye ve vasıta ayrımı

Hayatı yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz ama farklı şeyler yaşıyor, farklı şeyler anlıyor, farklı şeyler anlıyoruz. Hatta belki de farklı şeyler görüyoruz. Acaba benim gördüğüm mavi ile bir başkasının gördüğü aynı mı? benim yediğim pilavın tadı bende ve bir başkasında aynı tada mı tekabül ediyor?

Mesele anlam ve anlama oldu mu, tabi ki felsefi bir tartışma bizi bekliyor. Lakin burada asıl yazmak istediğim bu değil. Mantıksal pozitivistler yani Viyana Çevresinde, Wittgenstein'ın da etkisiyle tabi, her konuda tek bir doğru olduğu ve bir anlam karmaşası olmadığı savunuluyordu. Bir şey neyse odur mantığı, yukarıdaki sorular düşünüldüğünde pek sağlam durmuyor. Gerçi iyimser bakılırsa onlar da bu söylemi, bir şeyler söyleyebilmek için tutturmuşlardı. Yoksa herkes madem farklı anlıyorsa, genellemeler nasıl yapılırdı ki. Doktora gittiğimizde bize nasıl reçete yazardı? Psikologlar belli semptomların, hangi neticeyi vereceğinde nasıl tahminlerde bulunurlardı?

Burada daha çok felsefi tartışma var aslında, benlik üzerine de başka bir yazıda konuşmak faydalı olacaktır. Zaman boyutu da var hem onu da ayrıca değerlendirmek gerekebilir.

Başa dönecek olursak, bu yaşadığımız aynı hayatta biz ne yapıyoruz? sorusunu sormak isterim. Niçin yaşıyoruz ki? Ne amacımız var? Amacımız olmalı mı? Çok sofistike bir yazı oldu bu sefer, bu üzücü. Bu kadar soru arasında ben şimdilik herkesin bir amacı olduğunu varsaymak istiyorum. Gerçi ne kadar da çok isterdim "C'est la vie(Fransızca'daki meşhur, hayat bu her şey olur manasına gelen deyim)" yada "La vida es vida, vivela(İspayolca'da: hayat, hayattır yaşa gitsin)" gibi avarelerin yaşam felsefesini demeyi. Bu tarz sözler arttırabilir, ancak bunlar biraz da teselli deyimleri, hani insanın başına istemediği bir durum geldiğinde ağrı kesici haplar yerine kullanması normal hatta zaman zaman iyi olabilecek sözlerdir. Bu kısmı da da tekrar herkesin hatta avarelerin bile bir amacı olduğunu varsayarak geçmek istiyorum, sonuçta avareler de mesela hep avarelik yapmayı amaçlıyor olabilirler.

Şimdi gelelim gaye'nin cinsine. Evet bu noktada eğer herkes en azından bir ana gaye ile yaşıyorlarsa, bu gaye için ne diyeceğiz. Bu sefer lafı fazla uzatmadan şunu söyleyeyim hemen, iki çeşit gaye vardır; birincisi ulvi gaye, ikincisi heva gayesi. Yazının bundan sonraki kısmı birincisi ile ilgili olacak, zira bencil ve bireysellik içeren gaye'lerin problemlerini incelemek hem israf-ı zaman olacaktır hemde bir matematikçinin yanlış sorulan soruyu çözme uğraşısı gibi saçma olacaktır. Önceki yazılarda da bu mevzu işlenmişti.

Yazıya başlarken bu kadar uzun bir giriş yazacağımı düşünmemiştim. Bazı şeyleri de kısmama rağmen uzayan kısım inşallah okuyanları sıkmaz.

Gaye'miz için bazen üzülür, bazen yorulur, bazen sıkılır nadiren de mutlu oluruz. Zira ulvi gayelerin yolu genelde çilelidir. Ama bizi bekleyen en büyük tehlike yolda giderken etrafa takılmaktır. Teşbihte hata olmaz diyerek bir metafor yapmak istiyorum; Mesela amacımız güzel bir şehre varmak olsa, yoldaki başka bir şehirden geçerken "tamam burada fena değil bana bu yeter" demek bizi gayemizden alıkoymaz mı? ya da giderken bindiğimiz araca bağlansak ve hiç ondan ayrılmak istemesek sonra o araç gözümüzde o şehirden daha büyük bir şeymiş gibi fehmetsek saçma olmaz mı? Bütün bunlar aslında hayatımızda çokça karşılaştığımız ve hepimizi bekleyen tehlikeler.

Metaforlardan ziyade daha somut örnekler ne demek istendiğini daha iyi izhar edecektir umarım, mesleklerle başlayalım, halkın gözünde itibarlı olan meslekler vardır, mesleğin kendisine gösterilen teveccüh bazen (çoğu zaman da yazılabilirdi) meslek sahibinin aklına başında alabiliyor. Bu noktada doktorlardan, siyasetçilerden vb. çok örnek bulunabilir. Ama ben ilim insanlarından bahsetmek isterim. Birazcık bir şeyler bilmeye başlayan insanlar da enaniyet hemen kendini hisstermiye başlayabilirken, dünyası ilim olan insanın enaniyetle imtihanı çok çetindir. Gayesi ilim yapıp insanları aydınlatmak olması gereken bu kişiler konumun imkanlarını farkında olarak ya da olmadan şahsının önplana çıkmasından hoşlanabilir hatta kendi isminin "yeterince" zikredilmemesi onları rahatsız edebilir.

Örneğe takılmamak adına, spordan da bahsedelim. Sporun amacı dostluk, kardeşlik, farklı kültürlerden insanları bir araya getirmek olmalıyken, maalesef galip gelme gibi boş bir ara gaye (aslında spor içindeki, sporu tamamlayan vasıtalardan biri) veya şampiyon olma ara gayesi ön plana çıkarılabiliyor. Bu ara gaye'ler daha sonra şiddet, şike, husumet, iddaa gibi başka saçmalıklara da yol açabiliyor.

Bir başka örneği de vakıflardan verelim. İnsanların iyiliği için kurulmuş bir yardım kuruluşunun çalışanlarının insanlara kötü davranması tezat olur. Daha çok yardım yapmak isteyen bir hayırseverin ise işlerinde haksızlık yapması ve vergi kaçırması vs'de yine bir başka tezattır. Yine insanların güvenliğini sağlamakla mükellef olan polislerin gece vardiyasında açık bir lokantaya gidip, sinirli halde ise ortamı germesi de tezatlara örnek olacaktır. Son olarak şu örneği verip bu bahsi kapatalım, amacı araçların kazasız bir şekilde hareket etmesini sağlamak olan tuz dökme kamyonu yoldaki araçlara çarparak ilerlerse, ona "sen ne için varsın?" diye sorulmalı.

Hayatın gayesi tabi ki tüm bu örneklerin ötesindedir. İnsanın yaşamını anlamlı kılacak, her anını verimli şekilde geçirmesini sağlayacak ve o anların bir daha geri gelmeyeceğinin bilincinde olduğunu bilerek hareket etmesini sağlayacak bir gaye olmalı bu. Başta biraz hızlı geçtik "çile" meselesini, tarihte hayatını ve belki daha fazlasını ulvi davalarına ayırmış mümtaz şahsiyetler çile içinde yaşamışlardır. Bu, bizim bazen 1 saat yaşadığımız baş ağrısını ömrünün önemli bölümünde yaşanması gibidir. Uzun soluklu işlerin bizzat uzun soluklu olmasının bile zorluğu vardır. Ve tabi beklentisizlik ile sürdürmek de zordur. Sonuç beklentisi, ödül beklentisi vb. beklentileri elde etmek insanı mutlu edebilir ama gayesini yani pusulasını şaşırmasına sebep olur.

Bu yazıda laf biraz dönmüş dolaşmış olabilir, örnekler de tam yerine oturmamış olabilir. Bütün bu endişeler ve sorumluluk hissi insanı yazmaktan alıkoyuyor bazen. Fakat ana fikri bir kez daha vurgulamak faydalı olacaktır. Vurgulanmak istenen, "Gaye ile vasıtanın birbirinden ayrılması, birbirine karıştırılmaması"dır.

Bundan kurtulmanın yolu da yine muhasebe olarak gözüküyor. İnsanın sürekli kendine, "bu yaptığım benim gayeme ters mi?" diye sorması iyi bir reçete olarak gözüküyor. Peki bu o kadar kolay mı? Tabi ki hayır, çünkü bilindiği üzere, insan en çok kendine karşı insaflıdır ve kendindeki hatayı görebilmek de herkesin harcı değildir.

Yazıyı yazarken önceki yazdıkları tekrar etmiş olabilirim, aşikarı tekrar ilan ederek israf-ı kelam yapmış olabilirim ya da başka muğalatalar yapmış olabilirim. Ayrıca yazmayı planlayıp da yazmayı unuttuğum şeyler yada söylenmesi elzem olan şeyler de yazılmamış olabilir. İmla hataları ve anlatım bozuklukları da olabilir. Tüm bunların dışında başka hatalar da yapmış olabilirim, o yüzden geleneksel af ifadesiyle, "her ne kusurumuz varsa affola" diyelim.