miércoles, 1 de febrero de 2012

Gaye ve vasıta ayrımı

Hayatı yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz ama farklı şeyler yaşıyor, farklı şeyler anlıyor, farklı şeyler anlıyoruz. Hatta belki de farklı şeyler görüyoruz. Acaba benim gördüğüm mavi ile bir başkasının gördüğü aynı mı? benim yediğim pilavın tadı bende ve bir başkasında aynı tada mı tekabül ediyor?

Mesele anlam ve anlama oldu mu, tabi ki felsefi bir tartışma bizi bekliyor. Lakin burada asıl yazmak istediğim bu değil. Mantıksal pozitivistler yani Viyana Çevresinde, Wittgenstein'ın da etkisiyle tabi, her konuda tek bir doğru olduğu ve bir anlam karmaşası olmadığı savunuluyordu. Bir şey neyse odur mantığı, yukarıdaki sorular düşünüldüğünde pek sağlam durmuyor. Gerçi iyimser bakılırsa onlar da bu söylemi, bir şeyler söyleyebilmek için tutturmuşlardı. Yoksa herkes madem farklı anlıyorsa, genellemeler nasıl yapılırdı ki. Doktora gittiğimizde bize nasıl reçete yazardı? Psikologlar belli semptomların, hangi neticeyi vereceğinde nasıl tahminlerde bulunurlardı?

Burada daha çok felsefi tartışma var aslında, benlik üzerine de başka bir yazıda konuşmak faydalı olacaktır. Zaman boyutu da var hem onu da ayrıca değerlendirmek gerekebilir.

Başa dönecek olursak, bu yaşadığımız aynı hayatta biz ne yapıyoruz? sorusunu sormak isterim. Niçin yaşıyoruz ki? Ne amacımız var? Amacımız olmalı mı? Çok sofistike bir yazı oldu bu sefer, bu üzücü. Bu kadar soru arasında ben şimdilik herkesin bir amacı olduğunu varsaymak istiyorum. Gerçi ne kadar da çok isterdim "C'est la vie(Fransızca'daki meşhur, hayat bu her şey olur manasına gelen deyim)" yada "La vida es vida, vivela(İspayolca'da: hayat, hayattır yaşa gitsin)" gibi avarelerin yaşam felsefesini demeyi. Bu tarz sözler arttırabilir, ancak bunlar biraz da teselli deyimleri, hani insanın başına istemediği bir durum geldiğinde ağrı kesici haplar yerine kullanması normal hatta zaman zaman iyi olabilecek sözlerdir. Bu kısmı da da tekrar herkesin hatta avarelerin bile bir amacı olduğunu varsayarak geçmek istiyorum, sonuçta avareler de mesela hep avarelik yapmayı amaçlıyor olabilirler.

Şimdi gelelim gaye'nin cinsine. Evet bu noktada eğer herkes en azından bir ana gaye ile yaşıyorlarsa, bu gaye için ne diyeceğiz. Bu sefer lafı fazla uzatmadan şunu söyleyeyim hemen, iki çeşit gaye vardır; birincisi ulvi gaye, ikincisi heva gayesi. Yazının bundan sonraki kısmı birincisi ile ilgili olacak, zira bencil ve bireysellik içeren gaye'lerin problemlerini incelemek hem israf-ı zaman olacaktır hemde bir matematikçinin yanlış sorulan soruyu çözme uğraşısı gibi saçma olacaktır. Önceki yazılarda da bu mevzu işlenmişti.

Yazıya başlarken bu kadar uzun bir giriş yazacağımı düşünmemiştim. Bazı şeyleri de kısmama rağmen uzayan kısım inşallah okuyanları sıkmaz.

Gaye'miz için bazen üzülür, bazen yorulur, bazen sıkılır nadiren de mutlu oluruz. Zira ulvi gayelerin yolu genelde çilelidir. Ama bizi bekleyen en büyük tehlike yolda giderken etrafa takılmaktır. Teşbihte hata olmaz diyerek bir metafor yapmak istiyorum; Mesela amacımız güzel bir şehre varmak olsa, yoldaki başka bir şehirden geçerken "tamam burada fena değil bana bu yeter" demek bizi gayemizden alıkoymaz mı? ya da giderken bindiğimiz araca bağlansak ve hiç ondan ayrılmak istemesek sonra o araç gözümüzde o şehirden daha büyük bir şeymiş gibi fehmetsek saçma olmaz mı? Bütün bunlar aslında hayatımızda çokça karşılaştığımız ve hepimizi bekleyen tehlikeler.

Metaforlardan ziyade daha somut örnekler ne demek istendiğini daha iyi izhar edecektir umarım, mesleklerle başlayalım, halkın gözünde itibarlı olan meslekler vardır, mesleğin kendisine gösterilen teveccüh bazen (çoğu zaman da yazılabilirdi) meslek sahibinin aklına başında alabiliyor. Bu noktada doktorlardan, siyasetçilerden vb. çok örnek bulunabilir. Ama ben ilim insanlarından bahsetmek isterim. Birazcık bir şeyler bilmeye başlayan insanlar da enaniyet hemen kendini hisstermiye başlayabilirken, dünyası ilim olan insanın enaniyetle imtihanı çok çetindir. Gayesi ilim yapıp insanları aydınlatmak olması gereken bu kişiler konumun imkanlarını farkında olarak ya da olmadan şahsının önplana çıkmasından hoşlanabilir hatta kendi isminin "yeterince" zikredilmemesi onları rahatsız edebilir.

Örneğe takılmamak adına, spordan da bahsedelim. Sporun amacı dostluk, kardeşlik, farklı kültürlerden insanları bir araya getirmek olmalıyken, maalesef galip gelme gibi boş bir ara gaye (aslında spor içindeki, sporu tamamlayan vasıtalardan biri) veya şampiyon olma ara gayesi ön plana çıkarılabiliyor. Bu ara gaye'ler daha sonra şiddet, şike, husumet, iddaa gibi başka saçmalıklara da yol açabiliyor.

Bir başka örneği de vakıflardan verelim. İnsanların iyiliği için kurulmuş bir yardım kuruluşunun çalışanlarının insanlara kötü davranması tezat olur. Daha çok yardım yapmak isteyen bir hayırseverin ise işlerinde haksızlık yapması ve vergi kaçırması vs'de yine bir başka tezattır. Yine insanların güvenliğini sağlamakla mükellef olan polislerin gece vardiyasında açık bir lokantaya gidip, sinirli halde ise ortamı germesi de tezatlara örnek olacaktır. Son olarak şu örneği verip bu bahsi kapatalım, amacı araçların kazasız bir şekilde hareket etmesini sağlamak olan tuz dökme kamyonu yoldaki araçlara çarparak ilerlerse, ona "sen ne için varsın?" diye sorulmalı.

Hayatın gayesi tabi ki tüm bu örneklerin ötesindedir. İnsanın yaşamını anlamlı kılacak, her anını verimli şekilde geçirmesini sağlayacak ve o anların bir daha geri gelmeyeceğinin bilincinde olduğunu bilerek hareket etmesini sağlayacak bir gaye olmalı bu. Başta biraz hızlı geçtik "çile" meselesini, tarihte hayatını ve belki daha fazlasını ulvi davalarına ayırmış mümtaz şahsiyetler çile içinde yaşamışlardır. Bu, bizim bazen 1 saat yaşadığımız baş ağrısını ömrünün önemli bölümünde yaşanması gibidir. Uzun soluklu işlerin bizzat uzun soluklu olmasının bile zorluğu vardır. Ve tabi beklentisizlik ile sürdürmek de zordur. Sonuç beklentisi, ödül beklentisi vb. beklentileri elde etmek insanı mutlu edebilir ama gayesini yani pusulasını şaşırmasına sebep olur.

Bu yazıda laf biraz dönmüş dolaşmış olabilir, örnekler de tam yerine oturmamış olabilir. Bütün bu endişeler ve sorumluluk hissi insanı yazmaktan alıkoyuyor bazen. Fakat ana fikri bir kez daha vurgulamak faydalı olacaktır. Vurgulanmak istenen, "Gaye ile vasıtanın birbirinden ayrılması, birbirine karıştırılmaması"dır.

Bundan kurtulmanın yolu da yine muhasebe olarak gözüküyor. İnsanın sürekli kendine, "bu yaptığım benim gayeme ters mi?" diye sorması iyi bir reçete olarak gözüküyor. Peki bu o kadar kolay mı? Tabi ki hayır, çünkü bilindiği üzere, insan en çok kendine karşı insaflıdır ve kendindeki hatayı görebilmek de herkesin harcı değildir.

Yazıyı yazarken önceki yazdıkları tekrar etmiş olabilirim, aşikarı tekrar ilan ederek israf-ı kelam yapmış olabilirim ya da başka muğalatalar yapmış olabilirim. Ayrıca yazmayı planlayıp da yazmayı unuttuğum şeyler yada söylenmesi elzem olan şeyler de yazılmamış olabilir. İmla hataları ve anlatım bozuklukları da olabilir. Tüm bunların dışında başka hatalar da yapmış olabilirim, o yüzden geleneksel af ifadesiyle, "her ne kusurumuz varsa affola" diyelim.