jueves, 25 de agosto de 2011

Bir yazar olmak


Yok, öyle ben bir yazarım da gelin size de yazarlık nasıl yapılır şeklinde bir şeylerden bahsedilmeyecek bu yazıda. Burada "yazılanların durumu" hakkında bir şeyler yazılacak.

Günümüz artık öyle ki ben gibi klavyenin tuşuna basmayı beceren herkesin bir şeyler tuşlaması (eski ifadesiyle karalaması) oldukça kolay. Bir de bu blog denilen bir hadise sayesinde yazması, yayınlaması, takip edilmesi, okunması vb. her şekilde basit olan bir sisteme de sahibiz. Bunun dışında günde onlarca tweet atan, çeşitli spor, haber, ekonomi vb. sitelere yorum yazan bir kitle haline de dönüşüyoruz hızlıca. Tabi bu ne oluyor, nereye gidiyoruz sorunsalı incelenmeyeceğinden bu yazıda, bu kısmı şimdilik es geçip, uzmanlarına havale edip, "yazılanların durumu" konusuna dönülürse, kişisel olarak bir bağın olduğu ve bunların yazanı bağladığını unutmamak gerek.

Yazar, çok satan gazetenin önemli bir köşe yazarı da olsa böyledir, sıradan bir internet yorumu yazan biri de olsa böyledir. Muhasebe duygusuna burada da ihtiyaç var. Sürekli sorgulamak gerekiyor, mesela ben eminim ki pek çok köşe yazarının yazılarını ilerde çocukları büyüdüğünde okumayacak. Hatta bir sene sonra bile, günümüzde arşivlere ulaşmak bir tıklama kolaylığında olsa bile, kimse dönüp bakmayacak. Artık bu tarz istatistiklere ulaşmak pek güç değil.

Bu bloglarda yazılanlar da kaybolmayacak gibi gözüküyor. Kim bilir, sonraki nesiller bunları okursa neler düşünecek?

Velhasıl yazılanların durumu ile alakalı bir kaç durumu lafı pek de uzatmadan, belirginleştirmiş olmalı bu yazı, bunlar; yazılanın değerli, uzun süreli, geçerli, ahlaki, edebi, usturuplu vb. olmaları olarak toparlanabilir. Bütün bunların kaynağı da tabi ki, günlük hayatta da ihtiyaç duyduğumuz; nezaket, empati, feraset, basiret, muhasebe vb. his ve duygularını gerektiriyor.

Eğer bu yazı dahi bu sıfatların gerisindeyse veya çelişki oluşturuyorsa bir paradoks oluşturarak ironi yapıldığı algılasın ya da bu yönde hüsnü zan edilsin :) Zira yapılanı değil, söyleneni uygulamak tavsiye ediliyor...

domingo, 10 de julio de 2011

Av Mevsimi


Son zamanlarda Türk filmleri sayısı oldukça arttı. Yakın geçmişteki tıkanmadan sonra böyle bir artışı gözden kaçırmak mümkün değil. Zaten bu tıkanmanın nedeni de gerçekten kötü yapımlardı. Gerçi bu noktada genel bir zaafımızdan söz etmek gerekir; "Biz yaptık bu saflar anlamıyorlar" zaafından söz ediyoruz. Bu yaklaşım ilim adamının kibrini, esnafın iş bilmezliğini, satışları düşen şirketlerin basiretsizliğini de anlayanlara işaret eden yaklaşımdır. Konuyu çok dağıtmadan Av Mevsimi filmine dönecek olursak, bu yeni dönemdeki yapımların çokluğu arasında eskisi gibi umutsuzca Türk filmlerinden uzaklaşma düşüncesi, yerini acaba güzel bir filme rast gelir miyim fikrine bıraktı. Bu yazının gayesi de rast gelme ihtimalini arttırmak ve iyi film izlemek isteyenlere rehberlik edebilmek.

Film aslında Türk filmlerinin oldukça başarısız olduğu polisiye alanında çekilmiş. Bu da ayrı bir iddialılık göstergesi. Amerikan filmlerini olduğu gibi alınca çok komik oluyordu, bu filmde bu yaklaşımdan kaçıldığı görülüyor. Ama tabi bütün bütün de kaçılmamış Amerikan tarzından bir kompozisyon yapılmış. Böylece filmi izleyenler daha çok ciddiye alacaktır.

Oyunculuk üzerine konuşmak gerekirse, tabi ki Şener Şen demek gerekir. Filmin lokomotifi denilse daha fazla ifadeye ihtiyaç kalmaz. Cem Yılmaz'da, Organize İşler filmindeki performansını bu sefer daha uzun soluklu bir rol ile göstermiş. Filmin geri kalan kadrosunda da özellikle rahatsız edici yada eksik bir oyunculuk yok denilebilir.


Senaryo'da oldukça iyi acaba şimdi ne olacak dedirtiyor. Ayrıca ana hikayenin yanında ki yan hikayeler de şayan-ı takdir. Görüntü, yönetmenlik, sahneler de en azından olması gerektiği gibiydi gerçekten de. Bir sorgu sahnesinde izleyenler kendini gerçekten de bir sorgu da hayal edebilir, filmin genelinde izleyici kendini filme kaptırabilir diyebiliriz.

Bu filmi ön plana çıkaracak mevzu ise, kadın oyuncuların azlığı. Bu ilaveten müstehcenlik de filmde yok gibi. Böylece bir film hem iyi, hem de ucuz yöntemler kullanılmadan çekilebilir kanaati ispatlanmış oluyor. Filmde bu menfi anlamdaki tek sahne ise sosyal açıdan insanlara ders verebilecek nitelikte. Çok sert bir adamın bir kaç sözle erimesi, duygusallaşması, kendince olaya anlam katması buna mukabil muhatabının davranışlarındaki tutarsızlık meselesi işlenmiş bu sahne ve bu sahne ile ilişkili sonraki sahnelerde.

Çatışma sahneleri de daha iyi olabilirdi tabi ki. Yine de çok da göze batacak hatalar olduğunu söyleyemeyiz.

Netice itibariyle, iyi bir Türk filmi izlemek isterim diyene önerilebilecek bir film olacağı düşüncesiyle bu film yazısı vakit ayrılıp yazıldı. İnşallah bu yazıdan referansla izleyenler de aynı kanaatte olurlar yada şöyle demek gerekir, umarız yanlış rehberlik olmamıştır.

viernes, 8 de julio de 2011

Yargılama Sevdası

Ne kadar da çok severiz yargılamalar yapmayı, ne kadar da çok severiz kötüyü, kusurluyu, eksiği bulmayı. Peki neden severiz? Ne olur biz bu kusurları bulunca?

İnsanın doğal halinden kaynaklı huyları onun için iki fonksiyonlu makine gibidir. Mesela bir dozer ele alınırsa, onu hem binaları yıkmak için, hem de yollar açmak için kullanabiliriz. Canın hangisini yapmak istiyorsa onu yap denilse bir insana, büyük olasılıkla yıkmayı seçer, zira o zahmetsizdir ve hatta eğlenceli gözükebilir. Ama neticede geri gelmeyecek şekilde bina ortadan kalkmıştı. Bu metafora fazla takılmadan, yargılama, hırs, kin gibi duyguların doğru kontrol edildiğinde aslında çok da faydalı davranışlar olabileceğini söylemek gerekir.

İnsan herhalde yargılama yeteneğine bunu kendi üzerine yönlendirmek amacıyla sahip. Muhasebe de denilebilir buna. Sürekli halde kendi tavırlarını kendi nezdinde mahkemeye çıkarması elbette ki davranışlarında pozitif gelişim göstermesini sağlayacaktır. Bazen acımasız bile olmalı hatta. Ayrıca sonunda mahkemeye çıkma hissi, günümüzde popüler bir söylem olan "Önleyici Rehberlik" ifadesinin manası olan; bir hastalığın öncelikle vücuda girmesine engel olmak yada sınav sürecine giren öğrencinin potansiyel stres sorunlarını önceden engellemek gibi faydalı olacaktır. Trafik ışıklarına EDS konulduğundan beri, kırmızı ışıklarda geçme oranın çok çok azaldığını biliyoruz. Kendi EDS'sini geliştirmiş ve her kavşağına yerleştirmiş insan, ileri düzeyde karaktere sahip insan olma potansiyelinde ciddi adımlar atmış olsa gerek.

Başkalarını yargılayarak kendini temize çıkarma çabası olsa olsa karakter zafiyeti olabilir. Buna kendini başkaları üzerinden tanımlama acizliğine düşme de diyebiliriz. Bu tür insanların hayatlarında ve hülyalarında hep bir karşı taraf vardır. Bazen bir kişi, bazen de bir kitle olabilir bu karşı taraf. Bir şeyleri, bir kesmi, bir insanı ötekileştirip kendi güvenli alanını oluşturma kaygısı, oluşturmaya çalıştığı alanın aslında zayıf temeller üzerine kurulmasından ötürü endişelidir.

Her an dilimizin bir adım gerisinde, düşüncelerimizin arasında kendine yer bulmaya çalışan bu yargılama duygusundan kurtulmayı ilke edinmek ve ona başvurmamayı karakter haline getirmek için çaba harcamak, sağlam karakter sahibi olmak isteyenler için, bir zorunluluk gibi gözüküyor.

lunes, 25 de abril de 2011

Yeşil Kedi


Zamanın birinde, herhangi bir yerde dünyaya gelen kediler arasında, her zamanki sıradanlığın dışında bir gelişme olmuş, kedilerden biri diğerleri gibi siyah,sarı,gri, yada beyaz değilde yeşil doğmuş. Tabi ki büyük hayret, endişe, şaşkınlık ve sonucunda dışlama olmuş çevrede. Kardeşleri bu dünya da yeni olduklarından onu yadırgamamışlar, ama zamanla onlar da dünyanın ritmine hızlıca ayak uydurup kardeşlerini ötelemişler, aşağılamışlar ve bazen de dalga geçmişler. Anneleri de bu dışlama karşısında kolay yolu seçip, pek de destekçi olmamış yeşil kediye.

Sadece bazı yaşlılar aralarında "bak yine buna benzer olay şurda olmuştu, burda böyle olmuştu" vs konuşmuşlar ama seslerini de yükseltmemeye özen göstermişler. Zira çevre bu olayın ilk defa olduğunu, bir daha olmayacağını ve hatalı bir sonuç olduğundan unutulmasını ve önemsizleştirilmesi gerektiğine iman etmişti. Kimse de aksi bir fikir beyan etmeyi göze alamıyordu.

Gelelim yeşil kediye;

Önce kim olduğunu anlamadı,
Neden herkes ona bakıyordu,
Sadece sıradan bir kedi olmak istemişti,
Kimse onu yemek bile istemedi,
Kimse onu sevmek bile istemedi.

Evet daha o küçük bir yavruyken, savunmasızken muhtemel avcıları bile ondan çekindiler uzak durdular. Onu bir av olarak bile muhatap almadılar ve böylece var olduğunu bile var saymadılar.

Onun için sıradan bir kedi olmak hiç mümkün olmadı. Önceleri varlığını ispat etmek istedi, ama sonraları geldiği hal bunun da gereksiz olduğunu düşünmeye itti onu. Bir yerlerden çirkin ördek yavrusunu duymuştu ama ne bir kuğu kadar güzel ve imrenilen bir varlık olmak istiyordu ne de mutlu son endişesi vardı. O var olduğu gerçeği üzerine olan inancının sarsılmaması için uğraştı durdu. Bazen yorgun düştü, bazen ümitsizlik rüzgarları esti ama o, var olma gayesinin bu olduğunu anladıkça, daha da sıkı sarıldı inancına.

Tabi sonunda öyle bir seviyeye geldi ki, yeşil olmadığını da anladı yalnız olmadığını da. Aslında ona yeşil diyenlerin, bazen renksiz bazen de rengarenk olduklarını. Su gibi bulundukları kabı şeklini aldıklarını, bukalemun gibi ortama göre renk değiştirdiklerini, çöl çalısı gibi rüzgar ne tarafa eserse o tarafa gittiklerini. Ve artık yadırgamıyordu da asıl problemli olanların, aslında normal olanı anormal görmelerini...

Fikir üzerine


Düşünce ya da Fikir Özgürlüğü denildiğinde elamanter anlama ile insanın fikrini beyan edebilmesi anlaşılır. Şimdi buna bir de başka bir açıdan bakalım. Fikir Özgürlüğü belki de kişinin kendi fikrine tamamen kendi kararlarıyla ulaşması anlamında da pekala kullanılabilir. Burada Fikir Özgünlüğünü kast edilmiyor elbette. Bahsedilen var olan fikirler arasından özgürce düşünüp doğru fikre ulaşma başarısı.

Fikir özgürlüğü -eğer tam da zıt bir görüşe sahip olunmuşsa- büyük bir cesarettir de aynı zamanda. Popüler kültür insanına çok uzak olan bu kavrama sahip olanları belki yeni bir tanımla -mesela "yeşil kedi" kavramıyla- can vermek faydalı olacaktır. Yeşil kedi hakkında yazılacak bir kısa alegorik deneme, birazcık bile yeşil kedi olanların daha iyi anlayabileceği şekilde olacaktır.

Eğer bir insan zaten zaten en iyi fikre sahipse, ki burada fikirler içinden bir fikrin her zaman diğerlerinden daha iyi olduğunu kabul edip, biraz Platon'a biraz da Anselm'e gönderme yapalım, o halde fikir değiştiremeyeceği için fikir özgürlüğüne sahip olamayacak mı sorusu gelebilir. Burada cevap tabi ki olur yönündedir, lakin kendi fikrinin en iyi olduğuna inanç, fikir değiştirebilme cesareti kadar olmasa da, dahi çok büyük bir sabır, sebat ve cesaret gerektirir.
Dışarıdan bu fikir değiştirmeler incelendiğinde burada bir denge olmayacağı açıktır. Bir fikir her zaman diğerinden daha fazla yeni taraftar bulacaktır kendisine. Bu da hem gözlemciler için iyi bir ölçü, hem de ideal fikri bulmada yardımcı bir araç olacaktır.

Başlıkta ki resim tabi ki burada bahsi geçen fikir kavramıyla örtüşmüyor, lakin her gün kullandığımız merdivenlere biraz farklı bakma yaklaşımı, yıllardır sahip olduğumuz fikirleri, Descartes'ın da dediği gibi en azından bir kez gözden geçirmemiz konusunda bir hatırlatıcı yada uyarıcı olabilir. Ya ona daha sıkı bağlanmak yada ondan vazgeçmek için...

lunes, 21 de febrero de 2011

Madrid

Bizim pek anlamadığımız bir şey şu boğa güreşleri, ne oluyor 2-3 matador bir kızgın boğayı şişleyince. Hadi yaptınız da bunun için stad mı inşa edilir? Ama işte ne dersek diyelim, İspanya denildiğinde ilk akla gelenlerden biri boğa güreşleri. Hatta bize de soruldu, bir boğa güreşi izlediniz mi diye, lakin sadece yaz aylarında yapılıyormuş, diğer mevsimlerde zeminin nemli olması boğanın kayıp sakatlanmasına neden olabilirmiş. Ne büyük bir centilmenlik değil mi? Madrid’e girdiğimizde bizi karşılayan boğa arenasındaki (Plaza de Toros) mudejar (müdeccen) mimarisi etkisi, 1930’lı yıllarda yapılmasına rağmen, şaşırtıcı. Endülüs'ün 1492'de tamamen İber'den silindiğini hatırlayalım.

Bize buralara gelmeden evvel pencerelerin endülüs mimarisinde at nalı yada yunancadaki omega harfi gibi yapıldığı söylenmişti. İlk gördüğümüz 20.yy yapısında bunu görmek enterasan geldi tabi ki. Bu arenada her şehirden gelen birinci matadorların birincisi seçiliyor ve Kral'da Madrid'te yaşadığı için gelip burda final günü ödülü veriyor. Her şehrin bayrakları ve amblemleri duvarlarda görülüyor. Bende özellikle Almeria'nın amblemini çektim, isim tanıdık ne de olsa.

Madrid denildiğinde akla herhalde geniş caddeleri ve meydanları geliyor. Sonradan fotoğraflara baktığımda 7 şerit tek yönlü caddelerden geçtiğimizi fark ettim. Her evin altında yeterli otopark zorunluluğu gibi şeyleri duyunca buradaki trafik probleminin nasıl çözüldüğünü şahit oluyoruz. Demek ki para da bu tarz şehir çözümleri için önemli bir unsur. Gerçi İspanyada gördüğümüz tüm illerde bu geniş yolları gördük, lakin Madrid ve özellikle Barcelona’da bu özellikle fazla.

Ayrıca gökdelen olmasa büyük binaları seviyorlar. Edificio de Madrid ve Plaza de Espana Meydanı bunlara örnek. Orayı üçgenin birinci köşesi olarak kabul edersek yürüyerek geçtiğimiz katedral ve ordaki güzel manzaralı yol diğer göşe olabilir. Sol Meydanını da üst köşe kabul edebiliriz bu durumda. Sol’e geçerken geçilen Plaza Major (Büyük Meydan)’ı da unutmamak lazım. Turistik bi alan olduğu için bana pek sempatik gelmese de daha önce filmlerde gördüğüm bir alanı görmek iyi oldu tabi. Aslında her yeri ortalama genişliği 4 şerit gidişli caddelerle, meydanlarla eski yada eski edası verilmiş binalarla dolu olan bu şehirde çok fazla mekan var. Yürüyerek dolaşıp keşfetmek lazım. Kış olmasına rağmen hep duyduğumuz gibi, insanlar geç saatlerde dışardalar. Özellikle Sol çok dolu.

Müzelerde var; prado müzesi eski kıymetli tablo ve heykellerin olduğu bir yer ama ilgimi çekmedi, amerikan müzesine gidemedim ama en çok Real Madrid müzesine gidemediğime üzülüyorum, giden arkadaşlar memnun kalmışlar, artık bir daha ki sefere. Müzelerdeki resimlerdeki temalar farklı da olsa ortak tema şu ki, kadınların güzelliği erkeklerin gücü ön plana çıkarılıyor, bu da oldukça batılı bir yaklaşım.

Hava en sevdiğim şeklindeydi, filmlerde mavi fligran koyarlar ya (forgotten filminde mesela) onun gibi bir hava vardı. Her yer Nişantaşı yada Bağdat caddesi gibi ve tabii fiyatlarda öyle. Su bile çok pahalı bu şehirde. Yani şehir merkezi 10 tane Nişantaşı, 10 Bağdat caddesi, 2-3 tane Taksim’in birleşiminin trafik, park ve metro sorunu çözülmüş hali diyebilirim özetle.

Böylesine düzenli ve güzel bir şehir gece dolaşmak lazımdı. İnsanların İspanyada özellikle cuma ve cumartesi akşamları geç saatlere kadar, en küçükten en yaşlısına dışarılarda olduğunu duymuştuk bunu da görmek adına ve şehrin aydınlatmayla birlikte gece performansını bir kış günü görmek kayda değerdi.




Sonra sorduğumuzda kiraların pahalı olduğunu, işsizliğin arttığını ve normal insanların çok küçük hatta tek odalı evlerde yaşadıklarını duyuyoruz. Şehir merkezi de İstanbul’la karşılaştırılamayacak kadar küçük. Deniz de olmadığını hatırlarsak, Ankara’ya benzetebiliriz. Daha sonra bu benzetmeyi çok duydum. Bu şehri de Endülüs kurmuş. Zamanında Toledo’nun bir kasabası gibiymiş zannediyorum. Endülüsü hatırlatan gördüğümüz eserlerde oldu, bunlardan bir tanesi bir başka geniş meydanı süsleyen Alcala yani "El Kale" idi, tabi şimdi sadece o kalenin kapısını görebiliyoruz.


Benim için en güzel şey, her ne kadar Barca taraftarı olsam da, Santiago Barnebau ve Vicente Calderon’u görmek oldu. Ama sadece dışardan görmek de kısmet, şimdi(yazıya başladığım zaman) tv’de atletico madrid’in kendi evinde maçı olması da hoş bir tesadüf. İspanya’da zaten hep ayrıldığımız şehirlerde maç oluyordu, kısmetin böylesi...


Estadio Santiago Barnebau'da bulunduğumuz mekanı Google Map sayesinde bilgisayarımızdan görmek mümkün:

Daha Büyük Görüntüle

Şüphesiz Madrid çok daha özenli bir yazıyı hak ediyor, ama bu kadarını bile yazmak düşündüğümden çok daha fazla vaktimi aldı, umarım diğer şehirleri de yazmaya enerjim olur. Sonuç olarak Madrid'e notum 10 üzerinden 7. Daha sonra peyderpey videolar eklemeyi umuyorum.