martes, 4 de diciembre de 2012

Elimizde olan...

Ne var ki elimizde olan? Ne kadarına müdahil olabiliyoruz? Ne yapmak istediğimize ne kadar karar verebiliyoruz?

Bütün hadiseler, bütün yaşananlar insana sürekli limitlerinin çok fazla olmadığını gösterse de, insan bu işte çoğu zaman unutuyor ve hep daha fazlasını istiyor.

Kendimizi bilmiyoruz ya da unutuyoruz. Kendini bilmeyen hep hadiselerin altında kalır, ezilir gider. Kendini bilmeyen, kendini kandırır, sonra belki bir kaç kişiyi de, sadece o kadar...

Görünen o ki, kendini öğrenme okulunda daha çok yol almamız gerekecek, bu sürede gene elimizde olmayanlara üzülecek, sızlanacak, hırslanacak, kıskanacak, dertleneceğiz vb.

Kendini bilenlerin özelliklerinden biri de, elinde olanın onlara kâfi gelmesidir.

Netice-i kelam herkese muvaffakıyetler...


sábado, 1 de diciembre de 2012

İskender Pala ile Necati Bey Dersleri 4 ve 5


Hamdülillâh mey-i can-bahş ile sâkîlerimiz
Âb-ı hayvân ile Kevser suyun istetmediler

Çok şükür ki(bu çağın yetkin) sakilerimiz (aşıklarına, taliplerine) canlar bağışlayan kadehleri sundular da onların âb-ı hayat ve kevser arzusundan vazgeçmelerine sebep oldular.

Şükür küçükten --> Büyüğe yapılan bir hiyerarşiye de anlatır.

can-bahş ifadesinde de Hz. İsa ve Hz. Nuh'a da gönderme vardır.

Âb-ı hayvân -- > âb-ı hayat: damlaları sonsuz hayat bağışlayan ölmezlik suyu
kevser: Cennette bir suyun adı / Edebiyatta sevgilinin dudağı



Hele oy kaşları ya okları peykânlarını
Sîneden çekmediler yüreği oynatmadılar

(Bu lâle hadler çok kerem sahibi çok iyilik yaptılar) Üstelik o yay kaşlılar çok şükür ki oklarının temrenlerini kalbimizden çekip yüreğimizi oynatmadılar.

peykân: temren, okun ucundaki sivri demir

Gamze günümüzde bilindiği anlamdan öte, güzelliğinin farkında olup da, bakmıyormuş gibi yapıp bakmak demektir.

Kaşlar burada yay, kirpikler ise yay'da gerilmiş olan ok gibidir. Malkoçoğlu'nun (Cüneyt Arkın) bir yay ile 5 ok atması da buraya dayanır, öyle boş bir mevzu değildir. 2 yay aralığı da su sızmayacak şekilde yapılırdı.
Ok altın gibidir, savaş sonrası okçular sadaklarında başta olduğu gibi 40 oku muhafaza etmek için, dolaşıp, zaten tanıdıkları, kendi oklarını tekrar sadaklarına yerleştirirler. Hem pahalı, hem de ciddi emekle yapılan bu "Altın" kıymetli oklar, gidip saplandıkları sineden sökerek alırlar. Peykanları 2,3 veya 4 uçlu olabileceği için, saplandıklarından çok, çekip alındıkları zaman acı verirler.


Bu ok buradan çıkmaz, çıkmasını da istemez sevgili zaten. Malkoçoğlu gibiler de saplanan oku kırıp öyle devam ederler, sevgililer de.

Fuzili'de benzer ifadeler görebiliriz:


Çikarmak etseler tenden çekip peykânin ol servin
Çikan olsun dil-i mecrûh peykân olmasin yâ Rab
(O selvi boylu sevgilinin ok demrenine benzeyen bakisini tenimden çikarmaya çalisirlarsa;
yarali gönlüm ( canim ) çiksin demrine benzeyen bakisi orada kalsin ey Rabbim!)



viernes, 30 de noviembre de 2012

İskender Pala ile Necati Bey Dersleri 2 ve 3


Taşradan geldi çemen mülküne bîgâne deyü 
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler

Şu lale dışardan geldi, (zarafet ve estetiğin harmanlandığı)çemen mülkünün(kurallarına, teşrifatına) bigane diye onu gülün elden ele devrettirildiği (veya güllerin harman olduğu) meclise sokmadılar, götürmediler.

Edirne menşeili Necati'nin, İstanbul çevresinediki hali de bir anlamda tasvir edilmektedir.

Bezm Alemi


Devr-i gül: Gül devri, asrı saadet, fatih devri ve gülün dolaştırılma işlemi manlarında

bigane: divan meclisinde elmayı ısıran ama lokumu yemeyip bulaştıran cahil adam gibi, usul , usturup bilmeme hali vb.

çemen: seyir ve temaşa yeri, ayrıcalıklı yer



Âdeti hûbların cevr ü cefâdır amma
Bana ettiklerini kimselere etmediler

Güllerin adeti (ta evvelden bu yana) cevr ü cefadır; (bu belli de) bana ettiklerini kimselere(rakiplerimden hiç birisine) etmediler. (Yani sevgilinin aşkına en ziyade lâyık ben, bu dünyada sevilecek en ihtişamlı güzel de o)


Hub: İyiliğinden dolayı güzel olan.
cevr: zahiri eziyet, işkence
cefa: batini eziyet, manevi işkence

cevr ü cefa gibi arada ü varsa iki karşıtlığı kast ediyor demektir zaten.

İskender Pala ile Necati Bey Dersleri 1


Lâle-hadler yine gülşende neler etmediler
Servi yürütmediler gonceyi söyletmediler.


Lale yanaklılar (zarafet ve nazeninlik içinde üstün kimliğe erişmiş sevgililer) çiçek bahçesine toplanıp yine neler ettiler neler: Servileri yürütmediler ( Bahçeyi kuşatan seleviler, lale yanaklıları görünce yüremeyi unuttular); goncayı söyletmediler (nice gonca dudaklı söz ustası seçkinler lale yanaklıların sözlerini duyabilmek için, konuşmaktan kesildiler).



Servi: Bahçe etrafındaki selvi ağaçları öylece dikilip dururlar. Sanki o ana kadar yürüyüp gelirlerdi de, lale yanaklıları görünce kalakaldılar. Rüzgarla bir sağa, bir sola salınıp lale hadleri dinlemek isterler.

Bahçeyi çevreleyen selviler, daha iyi bir resim olabilirdi tabi ki.

servi, gonca ve mezarlık


Servi boy demek, boylu poslu demek, yaz kış yeşil kalan demek.

Gonca: Açılmaşlık, açılmamış çiçek, gülünce ağzın açılması. Dudak demek. Goncayı söyletmediler demek, konuşamadı demek.

Gülşen: Gül bahçesi, sadece güllerden oluşmayan bahçe. Zira, eskinde bütün çiçeklere gül denildiğini biliyoruz.


Lale o devirde bugün bildiğimiz lale değildi. Bugün gelincik olarak bildiğimiz çiçeğe lale denirdi. Ancak lale ismi hangi çiçeğe verilirsen, estetiğin ölçüsü olmuştur. Bunu eski devirdeki kadeh'in gelinciğe, şimdikinin ise Lale'ye benzemesi örneğiyle gösterebiliriz.


Lale'nin batıya bizden isminin neden Tulip(anes) vb. formlar geçtiği, nasıl terbiye edildiği, Fatih ile alakası, Hollanda'nın Lale ile ilişkisi ve bayrağımızdaki Hilal ile ilişkisi buna bağlı olarak da ebru sanatındaki temsili vb. mevzuyu uzatacağından ve meraklısının araştırmalarına gem vurmama adına burada yer verilmemesi daha iyi olacaktır.



Sanatlar:
Teşhis: Servi ile gonca.
Tenasüp: lale, gülşen, servi, gonca

viernes, 9 de noviembre de 2012

Arnavutluk

Balkanların batısında, Ege iklimine sahip bir ülke Arnavutluk. Bunu en başında söylemek lazım, zira Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası hep kulaklarımızdadır, bir sonbahar günü Balkanlara giden biri yanına Kazak vb. almaya dikkat eder. Lakin Arnavutluk için bu geçerli değil. Coğrafya herkese lazımmış bir kez daha gördük. Soğuk bölgenin alt tarafında Arnavutluk.
3.6 Milyonluk hem nüfus hem de yüz ölçümü olarak küçük bir ülke. 1912'de Osmanlı'dan bağımsızlığını ilan etmiş. Kahramanları İskender Bey'in heykeli şehir merkezindeki meydanda ve 100.yıl afişlerinde görülebilir.

Fotoğrafta hemen arkada Enver Hoca döneminde yıkılmayan tek cami olarak Ethem Bey Camii de görülmekte. Enver Hoca bu camiyi turistik değeri ihtimali ile yıkmamış. Alttaki resimlerde de Ethem Bey Camii iç ve dış görüntüleri görülebilir. Orada bulunduğumuz sürede pek büyük cami göremedik, sanırım bu nedenle Bayram namazları Bulvarlarda kılınıyor Tiran ve İşkodra'da. Kosova'da öyle olduğunu söylüyorlar.




Aşağıdaki YouTube videolarında bu seneki bayram namazından görüntüler izleyebilirsiniz.

domingo, 2 de septiembre de 2012

Gurbet

Gurbet insanın doğup büyüdüğü kendin ait olduğu yerden uzaklaşmasıdır. Gurbet'dekiler garip diye adlandırılırlar. Gurbet ulvi bir gaye için yada maddi çıkarlar için yapılabilecek bir göçtür. Tabi birinci sebebin efdal olanı olduğunu söylemeye lüzum yok.


Lakin bir de insanın kendini ait zannettiği efrad içinde gurbeti vardır. Bilemiyoruz tabi hangisi daha zordur. Ama eğer fiziksel gurbet yaşayanın içinde, dönebileceği veya irtibat kurabileceği, bir cemiyet yada coğrafya umudunun var olduğu hatırlarsak herhalde daha iyi vaziyette olduğunu tasavvur edebiliriz.


Kendini ait olduğunu zannettiği toplumda gurbet yaşayanlar için turnusol kağıdı olan bazı olaylar olur. O sırada farkındalık mekanizması çalışır, eğer tabi o mekanizmanın çalışmasına alışkanlık refleksleriyle engel olmazsa. İşte o andan sonra mağara istiaresindeki artık dönüş olmayan yola girilir. Bu yönüyle gurbet ifadesini günümüzdeki popüler yalnızlık ifadesinden de ayırt etmek gerektiğini hatırlatmak da gerekli olabilir. Yine bu şekilde yaşanana gurbetinde efdal olanı, ulvi gaye için olacaktır. Öyle olunca da gayenin ulviliği ölçüsünde dayanıklılık olacaktır.


Belkıs Özöner'in söylediği şarkıya bir de bu saikle bakılmasını öneririm:


viernes, 24 de agosto de 2012

İstanbul'dan günübirlik gezi örneği


İstanbul öyle bir yer ki, içindeyken, bu şehrin bir de dışı var mı aklımıza gelmez. Gelse de uzak gelir.

Ahmet Hamdi de beş şehir de şöyle demiyor mu:
İstanbullunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiîdir.
Göztepe'de, hışırtılı bir ağaç altında bir yaz sabahını tadarken küçük bir ihsas, teninizde gezinen hiçten bir ürperme veya gözünüze takılan bir hayal, hattâ birdenbire duyduğunuz bir çocuk şarkısı sizi daha dün ayrıldığınız bir Boğaz köyüne, çok uzak ve değişik bir dünya imiş gibi çağırır, rahatınızı bozar. İstanbul'da, işinizin gücünüzün arasında iken birdenbire Nişantaşı'nda olmak istersiniz ve Nişantaşı'nda iken Eyüp ve Üsküdar behemahal görmeniz lâzımgelen yerler olur. Bazen de hepsini birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece bulunduğunuz yerde kalırsınız.
İşte İstanbul'un bu güzide semtlerini düşünüp yerimizde kalmaktansa harekete geçip, İstanbul yakın çevresi ile de aşina olmak için bir şeyler yapılabilir. Çünkü bu dar-ı saadet'in pekâlâ etrafı da nadide güzellikler dolu. Öyle olunca da gün içinde bile nefes alınıp dönülecek yerleri var. Neler var diye düşününce ilk akla gelenler; Ağva, Şile, Riva, Kıyıköy, Tekirdağ, İzmit, Sapanca, Maşukiye, Yuvacık, Hereke, Edirne, Kandıra, Kefken, Kerpe, Karasu vb. gelebilir. Bu konuda bir çalışma yapıp iyice çeşitlendirmek faydalı olabilir. Yalnız tüm bu yerlere hafta sonu ve özellikle de bayram tatili vb. günlerde gitmek de pek akıl kârı değil elbet.

Sözün özü bu yazıda, bir günübirlik gezi tavsiyesi vermek istiyorum. Kabaca gezi planı şöyle: İznik, Armutlu, Taksim.

İznik'e gitmenin 3-4 yolu vardır. İstanbul tarafından gidenler eğer bir de feribota binmedilerse, Karamürsel'den hemen sonra dağ yolu ile ulaşmak ve yukarı çıkarken geniş ve net körfez manzarasına bakmak makuldür. Bunun dışında Orhangazi ilçesinden daha iyi bir yoldan gitmek ve Bursa tarafından gelenler için ise gölün diğer tarafından varmak da bir alternatif. Ayrıca Yenişehir ve Adapazarı tarafından benim hiç denemediğim (henüz) 2 yol daha var. Aslında bu yollarda, Osmanlı tarihi açısından değerlendirilmesi gereken yollar. Özellikle de Adapazarı yolu ile Göynük ve Mudurnu'ya kadar gitmek sanırım tarihi ve köklerle manevi bir irtibat kurmak için faydalı olacaktır. Tüm bu yerleri ve İznik'i anlamak için Kuruluş dizisi izlenmeli.




İznik'e neden gidilmeli sorusuna yanıt verelim şimdi. Öncelikle her gidenin bu göl gerçekten büyükmüş dediğini duyarız. Nasıl Abant'ı görenlerin yaşadığı bir hayal kırıklığı varsa, burada da tam tersi var. Göl'den ötürü güzel bir sahili de var, merkezde daha düzenli ama gölün karşı kıyısında da güzel yerler var. Ayrıca suya girmek de mümkün, tabii dikkatlice. Meşhur İznik Konsülü de burada, bugünkü Aya Sofya cami, bir zamanlar meşhur incilin 4 kitaba indirgenmesi hadisesine ev sahipliği yapmış. Ayrıca İznik surları, tarihi cami ve medreseler, türbeler, antik dönem kalıntıları vb. pek çok tarihi eser görülebilir. Çini'nin de merkezi tabii burası. Mesela El Hamra sarayında kırmızı çini göremezsiniz, zira kırmızı çininin de bulunduğu yer burası.


Yemek için Köfteci Yusuf var. Tatlı mıdır nedir? Bu köfte gerçekten güzel, orada değilde dönüşte Orhangazi'de yada Yalova'da da yemek mümkün. Biraz sıra beklemek gerekiyor bazen. Ama isterseniz kasabından alıp evde de güzel pişirirseniz aynı tat. Sabah eğer dağ yolundan geldiyseniz, Kadriye köyü kahvesinde çok güzel bir çay içebilir yanında getirdiğiniz böreği yiyebilirsiniz.

Öğle'ye kadar yemek de dahil buradaki işinizi tamamladıysanız, denize girmeye hazırsınız demektir. Bunun için 3 alternatif makul gözüküyor: Çınarcık, Esenköy ve Armutlu. Yorulmaya niyetiniz yoksa Çınarcık mantıklı gözüküyor Yalova'ya en yakın olduğundan. Lakin seyrek insanın bol plajın ve dalganın olduğu bir yerse niyetiniz biraz daha gidip Esenköy'e varmanız gerekir. Yorulmak kelimesini sevmiyorsanız da, Armutlu'ya devam edebilirsiniz.

Yalnız Armutlu ilk defa giden ben gibi biri için hayal kırıklığı oldu. Oldukça küçük bir yer. Ayırca tırnaklı pide kuyruğundan başka bir şeyde kalmadı aklımda. Sonuçta tırnakla çizilen bir hamurdan yapılan ekmek bu kadar ilgiyi neden görüyor anlamak güç :)

Bu rota'da bir Şenköy ve pazarı var tabii. Hani Balıkesir'den Havran'a varmadan evvel olan pazar gibi yolun 2 yanına kurulmuş genelde meyve satılan tezgahlardan bahsediyorum. Burada gözleme yemek de mümkün lakin, oldukça küçük, hatta abartısız yarım gözleme kadar küçük. Şenköy'ün meydanı da tıpkı yol üstündeki bir kaç yer gibi güzel. İstanbul'dan uzaklaştığınızı anladığınız ağaçlı yollar var. Şenköy biraz da hemen karşındaki Mudanya'nın Zeytinbağı köyünü andırıyor.

Bu kadar dolaştıktan sonra Ahmet Hamdi'yi ve sözlerini hatırlayıp İstanbul'un semtlerini özlemek mümkün. O yüzden dönüşte her ne kadar işe yaramaz insanların sayısının artmasına ve caddeye müzik seslerinin artık geliyor olmasına rağmen İstiklâl caddesine uğramayı öneriyorum. Geç saatte yemek yememe alışkanlığı yoksa Bereket Döner hep orada temiz ve güzel yemekleriyle. Nargile kokusuna dayanabiliyorsanız da geceyi bir çay ve sohbetle neticelendirebilirsiniz.

Bu yazıda pek az resim oldu. Ayrıca bahsi geçen yerler ile ilgili daha detaylı gezi siteleri de olabilir, lakin ne demişler "karınca kararınca" bir faydası olaması dileğiyle...

miércoles, 8 de agosto de 2012

Sabır, inanç ve domates

Bu başlığı seçerken, önceki bir yazının başlığınından istifade ederek, aralarında bir alaka kurmak istedim. Sonuçta bir şeylere erişmek için sabır ve inançtan bahsetmiştik o yazıda. Ama tabi burada mevzu lale gibi 15 günlük bir güzellik değil de, hayatımızda önemli bir rol oynayan "Domates".

Neler olmaz ki ondan, her yemeğin rengidir o, salçadır bazen, bazense salatanın tadıdır. Kimi kurutur yer, kimi de menemende suyunu yer. Ama hep biz onu şimdiye dek hep manavlarda, marketlerde, pazarlarda bulduk. Nereden geliyorsun, nasıl büyüyorsun diye pek de soran yoktur. Eğer dalları ile salkım şeklinde satılırsa iki katı para vermeye de razı oluruz, daha bir yakın olmak için doğaya.

Ama artık yeter! O domatesi daha bir iyi anlamanın zamanı gelmişti. Bunun için de biraz inanç ve sabır tabi ki gerekliydi, biraz da cesaret tabii.


Ama bütün bunların zorluğu o ilk domatesi görünce nasılda ortadan kalkıyordu. O pek çokları için sıradan olan manzara karşısında ben dahi mesut oldum.

Domatesin biraz öncesine gidersek önce çiçek açması gerekiyormuş tabi. Ancak o çiçek solup gittiğinde bu sefer üzülmüyoruz, bilakis seviniyoruz. Zira tam da orada bir domtescik belirebilir.
Aslında yan saksıda dahi bir hikaye var. O saksıya bir şey ekilmediği halde orada beliren bir ot tarzı bir şeyler oldu. Neyse kim uğraşacak dedik büyüsün dedik. Hatta epey büyüyünce, solma alametleri belirince su verme ihtiyacı da hissettim. Lakin içimde bir umut olarak ondan beklentilerim de olmadı değil.

Sonra derken o bitki dahi çiçek açtı, benim de umutlarım da.

Ve sonunda umutlar karşılık buldu ve bir yeni canlıya daha bu dünyada varlık kazandırıldı.

Ama tabi her şey o kadar da toz pembe değildi. İlk saksıya dönecek olursa, orada 3 domates, 2 biber fidesi yola çıkmışlardı. Ancak domates fidelerinden biri hemen en başta, diğeri ise oldukça büyüdükten sonra kurudu. Demek ki bir saksı da, bir domatese yer vardı. Lakin biberlerin durumu enteresan oldu, onlar ne büyüdüler, ne de öldüler. Hayat ile ne kadar da benzerlikler içeren bir saksı habitatı varmış.


Not: Yazıda geçen çiçek ve sebzeler gerçektir, ancak hisler ve ifadelerde abartı, mizah vb. olabilir :) Ayrıca herhangi bir edebi kaygı da barındırmamaktadır.

martes, 10 de julio de 2012

Tavşan Atlet

Atletizmde, uzun mesafe koşularında, yarışın ritmini sağlamakla görevli olan ama çoğu zaman da yarışı bile bitirmeyen ve hiç bir zaman da derece yapmayan "Tavşan Atlet"ler vardır. Hayat da uzun bir koşu, hatta çok uzun bir koşu denilirse, pek çok kişi benimseyecektir.
Öyleyse hayatımızın ritmini belirleyecek, zaman zaman şirazeden çıkan temposunu dengeye getirecek, ruhumuzun kabz hallerini kısaltacak, bast hallerini arttıracak tavşan atlet(ler)e ihtiyaç var öyleyse.
Bu durumda soru bu tavşan atlerlerin neler olabileceğidir. Pek çok şey olabilir tabi ki. Lakin ben bir kaçını öne çıkaracağım;
  • Gaye: Hedefsiz geminin liman bulamaması örneğinden yola çıkarsak, nereden gelip nereye gideceğini bilmeyen birinin, karşılaştığı sorunlara çare bulması mümkün değildir. Böyle biri sorunlardan önce gaye problemini çözmelidir.
  • Geçmiş: Geçmiş bize sıkıntı veren, canımızı sıkan bir olgu olmaktan öte olmalı. Yaşanan her şeyi anlamlı kılmak için hem ders alınmalı, hem de yeni anlara referans değer olmalı. Mesela geçmişte cetvel diye bir şey öğrenmemiş olsaydık, şimdi hiç bir şeyi ölçemezdik. Aynen öyle de geçmişte, mesela tanıdığımz insanlardaki güzel huylar, bize ideal insan karakteri konusunda fikir vermeli. Buna mukabil geçmişte kalan her şey kötüdür mantığı sorunludur.
  • Eğitim: Öğretim değilde eğitim denir ya hep. Eğer bize tavşan atlet olmayacaksa başka ne anlamı olabilir ki?
  • Muhasebe: Özellikle suçu başkasına ve olaylara atma psikolojisi bizi kendimize karşı dürüst olmaktan uzaklaştırıyor. İyi yapılmış muhasebe dengemizi sağlayacaktır.
Bu örnekler çoğaltılabilir tabi ki. Benim de aklıma gelirse ekleyebilirim. Velhasıl kelam, yaşıyoruz gidiyoruz ama sıradanlıktan öte, sıradan anlama yerine yüksek bir bakış açısı ile her soruya olmasa bile pek çok soruya cevaplar bulabiliriz. "Hiç bir şey boşuna değildir" ile "tesadüf" arasında doğru seçimi o zaman yapabiliriz. Bu son cümle ile "Knowing (Kehanet)" filmine gönderme yaparak yazıyı bitiriyorum :)

domingo, 13 de mayo de 2012

Bosna Hersek 2 (Mostar, savaş ve tünel)

Bosna Hersek denildiğinde hepimizin aklına ilk olarak Mostar ve o güzel Osmanlı yadigarı köprü gelir. Sonra diziseverlerin aklına bir atlama sahnesi geldiğini duydum geçenlerde. Lakin Hırvatların tam da savaş biterken neden o tarih yadigarını yıktıklarını düşünmeye başlar insan.
Mostar tabi, Hırvatistana yakın olması ve günümüzdeki %60'a, %40 Hırvat nüfusun (savaştan önce tam tersi, yani %60 Boşnak nüfus) çokluğuyla Hırvatlar için önemli bir yer. Belki de bu kadar yakınlarında bir tarihi emare istemediler. Savaşın ve galip gelme psikolojisinin insani değerlerin yitirilmesine neden olduğu aşikar zaten. Bu problemli psikolojiye, kentin en üst tepesine ve söylenene göre tam da Mostar'ı yıkan topun ateşlendiğe yere yapılan büyük haç ve sava sırasında tahrip edilen Boşnak evlerine yabani incir tohumu atıp bir daha iflah olmamalarına ve restore edilmemelerine neden olma da ilave edilebilir. Tabi bir de köprünün yıkılmasının canlı yayında yayınlanması.


Şimdilerde neyse ki turistik bir kent halinde ve gezilmek için ön sıralara konması gereken bir şehir.

Tahrip edilip, bir daha eskisi gibi olmasın diye yabani incir tohumu atılmış evler.

Klasik Mostar pozu verile Cami avlusundan Köprü görüntüsü.

Mostar'dan bir görüntü

Savaş 1992-1995 yılları arasında 4 yıl sürdü bu ülkede. 1500 gün kuşatma altında kaldı Sarayova. Savaşın detaylarının okunması ve hatta mümkünse savaş hakkında belgesel izlenmesini tavsiye ediyorum tabi ki. detaylara fazla boğulmadan, önemli liderAliya İzzetbogoviç'i hatırlamakta fayda var. Liderlerden beni en çok cezbedenler hakiki tevazu sahibi olanlardır. Eminim bu pek çok kişi için de öyledir. Aliya'nın mütevaziliğini iki hadiseyle özetlemek gerekirse, birincisi diğer şehitlerin kabrinden sadece etrafındaki küçük demir yapı ile ayrılan kabri ve Cumhurbaşkanlığına yeniden aday olmayarak geri çekilmesini örnek verebiliriz.
Savaşa dönecek olursak, acaba bir kaç iz görür müyüz diye düşünürken her yerde kurşun ve roket izlerini görmek bizi şaşırttı. Özellikle bazı bölgelerde yoğun bir şekilde binaların dış cepheleri mermi izleriyle dolu. Oraları gördüğümüz anlarda tabi ki savaşın gerçek yüzünü görüp, ürpermemek elde değil.

Savaş sırasındaki şehir ve kuşatma.

Boşnaklar ve kentte kalan 20bin civarındaki Sırp ve Hırvat için uzun süreli kuşatma beraberinde hastalık ve açlığı da getirmiş doğal olarak. Buna sırpların elektiriği ve suyu kesmesi, hatta suyu zehirlemesini, birleşmiş milletlerin haksız uygulamaları ve iddalara göre aldığı rüşvetleri vs eklersek savaşın olumsuz yanlarından sadece biraz bahsetmiş oluruz. Savaşın en korkunç kısımlarından olan Srebrenitsa katliamına değinmek ruhları daraltacağından yer vermemek daha iyi olacaktır. Bu tür hadiseler tabi ki öğrenilmeli, dersler alınmalı ama düşmanlık tohumları atmama adına temkinli de olunmalı. Oralarda bugün 15-20 yaşında olan çocuklar neyseki savaş atmosferinde değiller ve tabi savaşta yaşananlar onların suçu da değil. Tabi savaş sırasında mağdur olan çocukları da unutmamak gerekir.






Savaşı kazanan böylesine zayıf ordunun sırrı da herhalde inançlarında olsa gerek ki. Bu video sanırım buna tercüman olur.


Kuşatma uzun sürünce Sarayova halkı kendilerini iyi hissetmek için Tiyatroları açmış, elektrik olduğunda sinemalar izlenmiş, konserler verilmiş, tramvay çalışmış ve pazar açılmış. Okullar da gece bazı binaların bodrum katında eğitime devam etmiş. Öyle ki savaş sonrası çocuklara gündüz okula gitmek zor gelmiş. Bu tabi bizi gülümseten olayın yanı sıra çok ağır hadiseler de yaşanmış. Meslea tramvay dedik, ismi sarayova ruleti olmuş, zira tramvay'da giderken camdan dışarı izlediğinizde hayatınızı kaybetme olayınız çok yüksek. Ayrıca pazar da dedik ama, pazarın en hareketli olduğu saatte yapılan saldırının büyük bir katliama dönüştüğünü de hatırlamak gerekir. Halen çalışan pazar yerinde şehitlerin isimlerinin yazdığı duvar da anıt olarak bu hadiseyi canlı tutuyor.

Pazar yeri, kırmızı duvarda isimler, yeşil camekanda da bombanın düştüğü yer.
Bu videodaki görüntülerin biraz ağır olduğu uyarısını da yapmak isterim.


Pazi snajper: Etrafta trafik tabelaları görmeye alışığız. Dikkat etmemizi ve ona göre hareket etmemizi sağlayan faydalı tabelalardır bunları. Ancak savaş sırasında hayati önem arz eden bir tabeladan söz edelim;"Dikkat Snajper " tabelası, savaş sırasında bu tabelayı gördüğünüz yerlerde hızlı koşmanız gerekiyordu, yoksa bir snajper 'a hedef olmak olasıydı...

Resimde siyah üzerine beyaz, "Keşke yaşanalar film olsaydı yazıyor", hemen yanında da savaşı bilenler için Pazi Snajper ifadesi.

Bir diğer ilginç hikaye de şehirde kalan sırplardan verilen şehit. Onun da Boşnak şehitler arasına gömülmesi çok önemli bir anlama sahip.

Bir de meşhur tünel var. Sırpların sniperlarından ve Birleşmiş milletlerin geçiş engelinden bıkan Boşnakların kimselere haber vermeden yaptığı ve savaş sırasında çok önemli işlere imza atan tünel. O tünel ile anılan, tünelin diğer ucundaki teyzenin evi de müze haline gelmiş bugün. Neyse ki bize de teyzenin elini öpmek ve halini hatrını sormak nasip oldu.


Bu resimin çekildiği yer ile ilerde gözüken bina arasında yapılmış tünel, tam da hava alanının altından geçecek şekilde.



Şehitlikdeki sadelik, mezar taşları ve akan su çok huzurlu bir ortam oluşturmuş. Ve tabi bahsi geçen Aliya'nı kabrinin vasiyeti üzerine tam da ortalarında olması çok manidar.





Sona gelidiğimizde, Mostar'a çok yakın olan ismini unuttuğum kasabada yer alan, Alperenler tekkesi ve Bosna'nın en önemli güzelliklerinden olan Buna nehrini hatırlatmak istiyorum. Alperenler tekkesi de tam da manevi kimliğine uygun olarak nehrin kaynağında kurulmuş. İşin güzel yanı buranın restore ediliyor olması ve sanırım çok yakında açılacak.


Aynı köyde Hırvatlar tarafından harabe haline getirildiği söylenen Sırp Ortodoks kilisesi
Boşnakların ifadesi ile dedeler ve torunlar bir arada...
.ve son olarak Poçtil , yani Hırvatça'da "Son nokta" anlamına gelen, ki 1km mesafededir sınıra, Osmanlı köyündeki caminin iç görüntüsü fotoğrafı ile yazıyı bitirip, her ne kusurumuz olduysa affola diyorum...

Bosna ile Hersek arasındaki dağlar ve sis...

sábado, 21 de abril de 2012

Bosna Hersek 1 (Ülke, başkent ve yemekler)


Bosna-Herek'i ne 3 günde gezmek mümkün ne de kısa bir yazı ile anlatmak. Lakin ben yine de hiç bir şey yapmamaktansa 3 günlük gezinin kısa bir yazısının yazılması kanaatine vardım. Üstteki resimde görülen şehirlerden sadece Başken Saraybosna ve Mostar'ı ziyaret ettik. Aslında Saraybosna isminin de sonradan bizim tarafımızdan (nedense(!)) değiştiğini asıl isminin dağlar arasındaki geniş ovayı gören Fatih Sultan Mehmet'in buraya saray yaptırma niyetine müteakip vezirinin o zaman ismi de Sarayova (Sarajevo) olsun demesiyle ortaya çıktığını öğrendik.

Bosna-Hersek'e gitmekle hani şu balkanlardan gelen soğuk hava kitlesi vardır ya, işte onun geldiği yere de gitmiş olduk. Zaten halen daha 1984'te yapılan Kış Olimpiyatlarına atfen olimpiyat şehri olarak anılıyor bu şehir. Etrafındaki dağlar ve o dağların savaştaki aldığı konumunda enteresan hikayeleri var. Dediğim gibi her şeyi anlatmak hem zor, hem yazıyı sıkıcılaştırır hem de gitme isteğini azaltabilir nasıl olsa her şeyi anladık diye :)

1984'de dediğimiz gibi bütün dünyanın gözünü çevirdiği, Doğu Alman Katarina Witt'i izlediği bu şehrin çok değil 6 yıl sonra savaşın da başkenti olacağı kimin aklına gelirdi. Ancak belki Tito ölürse bu ülkeye ne olur diye düşünen insanlar tahayyül etmiş olabilir. Tito'dan bahsetmişken burada Bosna tarihinden, uzun Osmanlı, kısa 40 Yıllık Avusturya-Macaristan döneminden, Faşist dönemden ve Tito'dan pek bahsetmeyeceğim. Merak edenler wikipedia'ya bakabilir. Ama zaman zaman bu dönemlere atıflar olabilir.



Ülkenin ilginç bir idaresi var. Dayton anlaşmasının sonucu olarak 3'lü Cumhurbaşkanlığı sistemi bir yana 450 bakan bulunan Bosna-Hersek’te milletvekili sayısı Avrupa Parlamento’sundaki vekillerin sayısına yakın. 16 parlamento, 13 hükümet ve 10 kanton bulunmakta bu küçük ülkede. Başkent Saraybosna’daki 21 katlı parlamento binası ise artık bu ‘büyük’ yükü kaldıramaz hale geldiğini söylüyorlar. Yani sokakta karşılaştığınız her 6 kişiden biri bakan olabilir başkentte. Zaten milletvekilleri de buradaki muhtarlar gibidir. Buna ilaveten bu 3 Cumhurbaşkanı ortak karar alsa bile Avrupa Birliğindeki sorumlu onay vermedikçe bir anlamı da olmuyor.

Ülke nüfusunun %50'si Boşnak, %35'i Sırp ve %15'i ise Hırvat. Sırbistan tarafına doğru gidildikçe Sırp nüfus, mesela Mostar gibi Hırvat tarafına gidildikçe Hırvat nüfus artıyor. Buna mukabil diğer eski Yugoslav(slavca'da aşağı slavya demek) ülkelerinde de Boşnaklar ve Türkler bulunmakta. Sırbistan'dan bağımsızlığını elde eden Kosova'daki Türk ve Arnavutlar malum. Bunun dışında Bosna Hersek'de zannedilen Yeni Pazar, Sırbistan'daki çoğunluğu Müslüman olan Sancak bölgesinin başkenti.


Sarayova ( Saraybosna / Sarajevo)




Gelelim şehre, şehrin merkezine giderken modern bir Avrupa şehir görüntüsünü tam olarak vermediğini ama çok da düzensiz bir yer olmadığını görüyoruz. Her yerde tramvaylar ve bir kaç büyük bina görüyoruz. Tramvaylar Avusturya-Macaristan döneminden kalma. Ama buraya ilk raylı sistemi, şehir için tren sistemi ile Osmanlı getirmiş. Zaten Osmanlı'nın Anadolu'ya yapmadığı yatırımı uzak illerine yaptığını duyardık.




Şehir Merkezi ve Doğu - Batı Meselesi





Şehrin merkezinde ise Başçarşı zaten herkesin malumu olan yer. Burada da sebil çeşmesi buluşma noktası. Oldukça küçük olan bu yerin, büyük kısmını Avusturya-Macaristan döneminde yaktıklarını, sonra da madem yandı deyip, batı kısmına Alman mimarisiyle yeni bulvar ilave ettiklerini gördük, en azından belki de halkı ürkütmemek için camilere ilişmemişler o bölgede. Alttaki resimlerde belki de bütün dünyayı şekillendiren doğu-batı ayrımının Sarayova'daki misal-i musağğarını görebilirsiniz.
Doğu ile batıyı ayıran çizgi. Siyah yer taşları Batı, sarılar ise Doğu kısmını gösteriyor
Taşların olduğu yerden bakınca batı kısmı. Yürüdükçe İstiklâl caddesi edası veriyor. Almanlar işte...
Aynı noktadan doğu kısmı.

Batı kısmında köşeli yapısıyla Katolik yani Hırvat Kilisesi olduğunu anladığımız bu yer, savaşta Fatih Sultan Mehmet'in 1463'deki ahidnamesinden (eski yazı ile) dolayı korunan onlarca Sırp ve Hırvat kilisesinden biri. Yalnız bunun önün Kırmızı dikdörtgen vardı yerde. Anlamı burada nöbet tutan askerler şehit oldu!

Batı tarafına kalan bir cami.

Şehir merkezinin önemli yeri Gazi Hüsrev Paşa Camii, kütüphanesi ve vakfı tabi ki. Ayrıca bir diğer önemli kişi Murat Bey'in kabri de yine burada. Bu caminin vakıf faaliyetleri ile 4 dükkan olarak başlayan çarşı zamanında 1200 dükkana erişmiş ancak yangın sonrası büyük oranda azalmış. Vakıf faaliyetlerini kesintisiz sürdürerek halen daha pek çok öğrenciye faydalı oluyor. Bu caminin imamı olmak için Avrupa'da okuma anlamında derece yapmak ve bu medreseden mezun olma şartı var. Müezzinler bu camide ezanı minareden okuyorlar. Şavaşta da snijperların gölgesinde devam eden bu gelenek hiç durmamış. Cami büyük ölçüde hasar görse de hafızların Kur'an okumasına ve namazlara da hiç ara verilmemiş.
Müezzinin Snijper kurşunlarına rağmen canlı ezan okuduğu minare.
Ezani saati gösteren saat kulesi.




Fatih Camii'nin hikayesi ise ilginç. Zira Fatih Sırbısitan'a kadar gelip geri döner ve 1461'de Trabzon'u fetheder. Bundan dolayı Bosna'yı fethetmesi 1463'ü bulsa da Bosna halkı Fatih'in oraya geleceğini tahmin ettikleri için, henüz Müslüman olmadıkları halde bu camiyi fetihten 6 yıl evvel yaparlar. Fatih'te fetihten sonra burada ordusuna Cuma namazını kıldırır. Namazı izleyen binlerce Boşnak'ta Müslüman olmaya karar verirler. Ancak Boşnakları diğer slavlardan ayıran bu ikrar değildi. Zaten farklı bir Hıristiyan mezhebine sahiptiler.




Yemekler

Yurt dışında damak tadımıza yakın bir yer var mıdır diye merak edilir. Bosna için böyle yakın ifadesi kullanmak bile fazla olabilir. Neredeyse aynı çünkü, hatta bazıları daha iyi diyebiliriz. Rehberimize göre İnegöl köftesinin atası da Boşnak köftesi.

Karışık Osmanlı sulu yemekleri (Bamya, Tas Kebap, Sarma(bol pirinçli değil, bol etli :)), Soğan Dolması, yanında limonata ve sonrasında Sütlaç)
Tavuk çorbası.
Bosna kahvesi.
Mostar'da nehrin kaynağından Alabalık. Pek balık sevmeyen biri olarak beğendim.
Balığı beklerken bu salata dünyanın en güzel yemeği gibi gelebilir aç iseniz :)
Mostar köprüsü ve dondurma :)
Börekçinin vitrini.
Boşnak böreği bol porsiyon ve tabii kaymakla.
Cevapçı yani Köfteci.(j'ler y okunur)
Pide arası bol porsiyonlu köfte, ve tabi ki yine kaymaklı.

Mostar'ı ve savaş izlerini daha sonra eklemeyi planlıyorum.