viernes, 10 de diciembre de 2010

Sabır, inanç ve lale

Lale'ler yılın belli döneminde çiçek açıp güzelliğine hayran bırakan çiçeklerdir. İstanbul'da da son zamanlarda Nisan ayında oluşturdukları renk cümbüşü ile insana enerji verir hale geldiler. Lakin dedim ya sadece belli bir dönem açarlar. Sonra solar, daha sonra da kururlar, öyle ki kalan kısmı kırıp atmak 2 yaşındaki bir çocuk için bile zor olmaz. Ondan geriye sadece bir soğan kalır. Hiç bir şeye benzemeyen bu soğan, o güzel çiçekten yine hiç bir şey anımsatmaz. Elinde soğanla kalan lale sahibi inancını umudunu kaybedip soğanı atar genelde.
Elinde soğanı tutup da söylendiği üzere bir kere daha açacağını düşünen insanlar pek azdır. Dibinde soğan olan boş görünümlü saksıyı sularken, lalenin bir gün açacağını söylerken, pek çok alaya alınma durumuyla da karşı karşıya kalabilir bu sabırlı lale sahibi.
Geçmişte bir şeyi yapmaya karar verip de bu alay etmeler yüzünden kararından vazgeçen ama sonrasında da pişman olan insanlara, özellikle de yaşlı insanlara rastlarız. Onların bu feveranı bize bir şeyler anlatmalı.
Geçen hafta o boş saksıdan çıkan laleyi görünce ben bile şaşırdım. Demek ki insan ümitle, hayal arasındaki çizgide dolaşırken her iki tarafa da kayabiliyor. Bundan sonra bu lale açmasa da olur, şimdi toprağın içinden kafasını dışarı çıkardı ya o bile yeter bana.
Ayrıca geçen sene açmamıştı bu sarı lale, açar gibi yaptı ama açmadı. Kim bilir belki bir şeyler söylemek istiyordu lisan-ı haliyle :)
Bu lale büyümeye devam ettikçe yeni fotoğraflarını eklemeyi planlıyorum, artık kısmet :)
Ve o yandakiler, otlardan bahsediyorum. Onları da bilerek koparmadım, onlar da pek çok şey anlatıyor, ama herkese farklı hikayeler...






Fotoğrafları aynı açıdan çekecek fotoğrafçılık bilgisine sahip olmadığım için büyüme miktarı ne kadar belli oluyor bilmiyorum ama, büyüyor işte :)









Biraz daha büyümüş, zamanın geçişini bir çiçek bile anlatıyor kendince, ama insanoğlu pek anlamak istemiyor. Kim bilir daha neler anlatıyor ya da kim neler anlıyor. Neyin kim için ne ifade ettiğini bilmemek ne kadar şayan-ı dikkat...










Ve Lale filizlendi. Acaba olur mu olmaz mı derken birden, bir sabah muhterem lale, bir sürpriz yaptı sağolsun iyi de yaptı. Bakalım bundan sonra neler olacak.









Derken Lale bir daha ileri gitti. Lale filizi iyice kendini belli etmeye başladı. Rengini de hafif hafif belli etmeye başladı. Geçen sene de böyleydi kereta lakin açmamıştı bir türlü. Ya Nasip diyeceğiz tabi ki...
Bir de bu Filiz uzadıkça ve kendini gösterdikçe etrafında onun o noktalara gelmesi için uzun zamandır var olan yaprakların kenara yavaş yavaş çekilmesini nasıl yorumlasam bilemiyorum. Ama sonunda "bayrak yarışı" olarak değerlendirmek en makulü gibi gözüktü...

domingo, 31 de octubre de 2010

mı?


Şiir mevzusuyla pek aram olmasa da Victor Hugo'nun bu şiirinin, olaylara farklı yaklaşım anlayışını güzel buldum. Sonuçta bir şiir ve duygusal dalgalanmaların etkisi var. Teması böyle olmasaydı daha iyi bir şiir olacaktı, ama yine de sağ-olsun Hugo :)

Bir de William Shakespeare'in bir yazısını koyacaktım ama, farklı sitelerde farklı şekillerde yazıldığını gördüm ve orjinaline bakmak istedim yanlış şekilde yazmamak için. Lakin, William Shakespeare eski İngilizce de yazdığı için onu bulmam da mümkün olmadı. Bazen İnternet'te okuduğumuz yazıların altında veya gelen maillerde altta bir isim görüyoruz şu kişiye ait bir yazı diye. Aslında vakit varsa biraz araştırma yapmakta fayda var. Çünkü İnternet öyle bir hal aldı ki, ben bir şeyler yazsam altına da;"Eski çin atasözü, Zapetera, Mendel vb" aklıma gelen bir ifade koysam, zannedilecek ki gerçekten öyle, maalesef.




Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz
mı?

Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz
mı?

Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz
mı?

Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz
mı?

Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz
mı?

Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz
mı?

Victor Hugo

miércoles, 29 de septiembre de 2010

İstanbul'da Kolombiya

Gün geçmiyorki insanoğlu yeni şeyler öğrenmesin. Öğrenmek isteği olduğu sürece tabii, mesela bugün 16.yy'da İngiltere'de basılan tarih ansiklopedilerindeki modern tarihin ve eski tarihin nasıl yazıldığını, nasıl ayrıldığını öğrendim ve çok şaşırdım.
Ama asıl bahsetmek istediğim Zeytinburnu Sanat ve Kültür Merkezindeki suluboya sergisi. Suluboya'nın en zor resim yöntemlerinden biri olduğunu öğrendim. Ayrıca gerçeğe benzememesine rağmen kendine özgü duruşuyla göze çok hoş gelen bir tarz olduğunu fark ettim.
Taa Kolombiya'dan kalkmış gelmiş bu adamın sergisine 7 Ekim'e kadar gidilebilir. Umarım bir sonraki sergisi de Türkiye'deki güzellikleri içeren bir sergi olur. Sergiyle ilgili bazı haber linkleri şöyle:

miércoles, 1 de septiembre de 2010

Perfect World


Şüphesiz dünya kusursuz değil. Bu filmin isminin neden öyle olduğunu anlamak için daha iyi izlemek gerekiyor. Evet, dünya kusur değil. Bir sürü sıkıntıları var, üstelik ne zaman ne şekilde karşılaşılacağı da belli değil. Gerçi kusursuz olmaz hiç bir zaman belki ama daha iyi hale getirmek de insanın elinde şüphesiz.
Bu film sırf küçük çocuğun gülümsemesi ve diğer mimikleri için bile izlenir. Filmde dönemin gözde jönü kevin costner'ın oyunculuğu kayda değer. Clint Eastwood filmi hiç bir zaman kötü olmaz zaten.

Bir nebze psikolojik film sınıfına da girebilir, zira dahi mahkum kevin costner filmde sakin ve uyumlu bir kişilikken, çocuklara yapılan zulüm ve haksızlık karşısında kendini kaybedip anormal davranışlarda bulunabiliyor. Bu durumu yargılamak da izleyiciye bırakılmış biraz. Kendine kaybetme anı Geleceğe Dönüş filmlerindeki michael j. fox'un tavuk hitabına verdiği tepki gibi...
Maalesef çoğu ABD filminde olduğu gibi bir kültür angajesi de var filmde.


Bu filmde Amerikan Rüyası felsefesinden Cadılar Bayramı(halloween) ele alınmış. Kökeni dini olan bir gelenek, ama bir o kadar amerikanvaridir, zira avrupa'da pek o kadar yaygın gözükmüyor. Çocuklar bu günde cadı, haydut, hayalet vb. gibi kıyafetler giyip evlerin kapılarını çalar ve "trick or treat?" yani "şeker mi? şaka mı?" diye sorarlar. Makul olan şekeri verip kurtulmaktır, yoksa şaka eşek şakası ayarında olabileceğinden pek hoş olmayan durumlar ortaya çıkabilir. Hem çocukları üzmenin bir anlamı yok, olduğunu düşünenler bu filmi kesin izlemeli :) Eskiden çocuklar tek başlarına giderlermiş kapı çalmaya ama sonra başlarına kötü şeyler gelmeye başlamış kaybolmak vb. Şimdilerde ebeveynleri eşliğinde yapıyorlar bu geleneği, filmde ise arkada bir rahip vardı. İlerleyen bölümde kevin kostner da oluyor tabi, lakin daha fazla bilgi spoiler olacaktır, burada kesmek lazım. Yalnız ülkemizdeki bayramlarda çocuklar genel itibariyle kendi başlarına gidebiliyorlar, demek ki Modern ABD'den iyi olduğumuz yanlar varmış.
Son olarak zeki mahkumumuzun gerçek ve tehdit arasındaki farkı anlattığı sahne de çok güzel ve kendine özgü.

martes, 31 de agosto de 2010

İçinde ben geçmeyen cümleler kurmak (Üç kere sıfır = Sıfır)


İçinde "ben" geçmeyen cümleler kurmak çok mu zor. Evet, galiba biraz zor öyle olmasa herkes becerebilirdi bunu. En azından bu yazıda öznesi "ben" olmayan cümleler kurulmaya çalışılacak.
Bir yerde herkes aynı hastalığa tutulmuşsa, kimse hasta olduğunu fark etmez. Peki bu durum bir hastalık mı, şimdi soru bu. O zaman biraz beyin jimnastiği gerekiyor, o zaman yeni sorularla durumu analizi daha iyi olacaktır;
  • bir futbol takımında bütün oyuncular kendi başına oynamaya kalkarsa o takım başarılı olur mu?
  • inşaat ekibindeki personel inşaatı hep bireysel beğenilerine göre yapmaya çalışırsa ortaya bir yapı çıkabilir mi?
  • yollarda şoförler aman canım karşı şerit daha güzelmiş ben oradan gideyim derse bir karışıklık çıkmaz mı? Ya da yolun ortasını arabasını park edip giden biri bütün trafiği altüst etmez mi?
  • anne-baba ve çocuktan oluşan bir ailede her fert kendi telinden çalarsa o ailede iletişimden, gelişimden, huzurdan vb. bahsedilebilir mi? üç tane bir yan yana geldiğinde 1-1-1 iyi ve kaliteli bir bağla bağlandığında 111 olacakken 3x0=o olmaz mı?
Bu sorularla bakıldığında "ben"in bir hastalık olduğu ve ne kadar tehlikeli olduğu görülür. İçinde "ben" olan aksiyonların fayda getirmeyeceği hatta bazen onarılmaz hasarla verdiği iyi bir gözlem yapılırsa görülecektir. Böyle "ben" üzerine kurulmuş batı medeniyetlerine bakıldığında da ilk etapta başarı görülse de, özünde büyük buhranlar olduğu yine görülecektir.
Hastalığı tespit edebilen bireyler işin zor kısmını geçmiştir. Tedavi süreci nispeten daha kolaydır. İçinde "ben" geçmeyen cümleler kurmak iyi bir tedavi olarak gözüküyor. İnsan en azından bir gün kendini sınamalı, "Acaba bir gün cümleler bensiz olabilir mi?" demeli. Daha sonra bunun günlerini arttırmalı.
Tabi ki zordur alışkanlıları terk etmek, içinden sürekli bir ses "hadi ben de, ben de" diye telkin verecektir. O zaman bir odada, açık alanda, yada yükse bir zirveye çıkarak bu duygusunu tatmin edebilir şöyle;
Ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, ben, beeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeen

Benim Nefsim

Ruhuma bir kefen bezi yeter de;
Yetmez aç nefsime sırma ve ipek.
Çare yok yüzünden düştüğüm derde,
Yesem de toprakla karışık kepek.

Güneşle bir tutsam girmez hizaya,
Dar bulur sığmam der dipsiz fezaya.
Kuyruk sallar, sonra hırlar ezaya,
Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!

Necip Fazil Kisakurek


Ben sanırdım alem içre (içinde) bana hiç yar kalmadı,
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyar(yabancı,el,rakip) kalmadı.
Niyazi Mısri

jueves, 26 de agosto de 2010

Senin şanına, sade gelmek yaraşır!


Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır
Senin şanına sade gelmek yaraşır, dostum
Senin şanına sade gelmek yaraşır.


Şiirde ırmaktan neyi kast ediyor, zulumden neyi kast ediyor değişik yorumlar yapılabilir. Ama 'Evet' demenin bile bir tereddüt olabileceğini düşündürüyor. 'Hayır' yada 'Belki' zaten lügatde bile yok.

miércoles, 18 de agosto de 2010

Gezi: Uludağ

Bursa'ya her gelişimde farklı bir yönünü görüyorum. Bu da bu şehrin özellikli bir şehir olduğunu gösteriyor. "Bursa öyle 1-2 günde bitecek bir şehir değil!" sözüne de katılıyorum artık, halbuki önreğin yaklaşık 10 gün evvel gittiğim Manisa için bir öğleden sonrası yeterli gibi. Uludağ denildiğinde tabi kar gelir akla sonra da kayak merkezleri, otelleri, telesiyej vs. tabi bu özellikleri nedeniyle daha evvel hep kış vaktinde geldim Uludağ'a. Ayrıca kayak sporunda da pek başarıl olmadığımdan ve sırf kartopu oynamak için fazla zor ve soğuk bir yolculuk olduğunda çok da keyifli gelmemişti.
Aslında Uludağ'a yazın çıkmak lazımmış. Özellikle de sıcaklıkların tavan yaptığı bugünlerde. 10 dereceden fazla hatta 15 derecelere varan bir serinlik farkı var. Akşam üzeri Bursa merkezde 34 derecede iken hava sıcaklığı, Bakacak tepesinde 19 dereceydi. O anda anladım ki, imkanı olan akıl sahibi insanların bu havada gitmesi gereken tek yer Uludağ olmalı.
Bakacak tepesinden Bursa tıpkı uçaktan bir şehri izlemek gibi ya da google earth ile de diyebiliriz. Yalnız oraya giderken dikkat edilmesi gereken şey, yol bir anda bittiği için ve hafif bir yukarı eğimin sonunda olduğunuz için yolun bittiğini anlamayıp 1876m aşağı uçabilirsiniz arabayla gidiyorsanız.
Biraz gerideki kamp alanın düzeni, sakinliği, güvenliği çok güzel. Şirin de bir cami var bu alanda özenerek yapıldığı çok belli. O tesisi görünce "Aslında Dünya'daki bütün güzellikler ülkemizde var" sözü geldi aklıma, o söz üzerine ben, var ama tesis ve bilgilendirme yok, gibi düşünürdüm. Burada kuzey ülkeleri edasını gördüm, hem de güzel bir tesise sahip. Benim gibi soğuğu sevenler için ideal. Her yerdeki çeşmelerden akan soğuk su sayesinde yazın en sıcak günlerinde özellikle de hava karardıktan sonra sıkıntı yaşayabilirsiniz.
Otellerinde bazıları açık ve açık olan oteller oldukça doluydu. Yaz aylarında muhtemelen daha ucuz olacağı için tercih edilebilir. Otelde yada kampta kalıyorsanız fark etmez, gün içinde ben ne yaparım diye düşünmeye gerek yok. Kendine özgü doğasıyla uzun Uludağ yürüyüşleri çok güzel olmalı.
Dağa çıkmak tabi ki uzun sayılabilecek bir süre, 1.5 saat civarında. Hafta sonları trafikte olacağından daha da fazla sürecektir. Dağ yolunda pek çok tesis var; restoranlar, çay bahçeleri ve araba sinemaları... Yalnız bunlar içinde Seyr-ü Sefa (yada Şehr-ü Sefa) önplana çıkıyor galiba, zira hafta içi olmasına rağmen gördüğüm insan ve araba kalabalığı inanılmazdı. Yine dağ yolunun başındaki Tarihi Çınar'ı herkes bilir diye bahsetmiyorum.
Gelecek yazlarda daha uzun vakit geçirmeyi umuyorum Uludağ'da ve tabi herkese tavsiye ediyorum.

domingo, 8 de agosto de 2010

Zan ile hareket etmek


Yersiz konuşmak kötüdür, çok konuşmakta öyle. Tartışmak da kötüdür, tartışma sonucunda kimse karşısındakinin fikrini kabullenmez, tartışmayı şöyle tanımlayabiliriz "Konuşma kusmak".



Ancak ya hiç konuşmamak, bu belki daha da kötü. Bazen yetişkin insanların küstüğünü görürüz, çocukça bir davranış yetişkinlere hiç yakışmaz. Bir de bir sabah kalkarsınız birilerinin sizin hakkınızdaki görüşleri değişmiştir, genelde menfi manada değişir. Çünkü insanoğlu duyduklarına inanmayı yada kafasında kurmayı sever. Olsa olsa böyle olmuştur gibi düşünmek insanın zaaflarından biridir. Tahminler, zanlar genelde tutmaz yada eksik olur. Bu zanlar bir kişinin yanı sıra bir kurum, bir grup ya da bir düşünce hakkında da olabilir.

Medeni insanın bir özelliği de konuşarak, sorarak doğru bilgiyi kovalamak olmalı. Başkaların düşünceleriyle hareket edenler ya da beyninin kendine oynadığı oyunlara mağlup olanlar için çok güzel şeyler söylenmez. Ancak düşünen insanların kendi fikirleri olur. Tabi ki insan olarak zaaflarımız var ama bunları teşhis edip tedavi etmemiz gerekir.

Yazı biraz dağınık oldu, sonra toparlayabilirsem güncellerim...

viernes, 6 de agosto de 2010

Unutmak


ateş iyimidir, bıçak kötümüdür tabi ki cevap basit kullanıldığı yere değişir. Bazen en iyi şey olabilir, bazen bir felaket...

peki unutmak yada hatırlamak?

sanırım cevap aynı; bazen iyi, bazen kötü...

sorun bu yetileri kullanmak çoğu zaman elimizde değil...

psikolojik, psikiyatrik ve bazen de metafizik yöntemlere başvuruluyor...

bu yazı biraz Can Dündar tarzı oldu ama her şeyin hayırlısı tabii :)

jueves, 5 de agosto de 2010

Küçük bir karakter analizi


Bir psikolog değilim ya da bu konularda çok okumuş değilim. Ama gözlemler insana bazı konularda fikir veriyor. Umarım aşağıda yazacağım görüşler psikoloji ilmine ters değildir veya bir çok bilmişlik edası algılanmaz.

İnsan genelde olmayandan bahseder, arayışlarını dilinden düşürmez. Cümlelerinde konu hep bir şekilde beklentilerini yansıtır. Hayattan beklenti kişiden kişiye değişir tabi, dolayısıyla bu bahsi geçen konular da değişir. Örnek vererek söylemek istediğimi daha iyi anlatacağımı zannediyorum. Mesela mutlu olmayan insan; sürekli mutluluktan mutlu olmanın yollarından bahseder, yöneticileri beğenmeyen insan; yöneticiliğin esaslarını dilinden düşürmez, parası olmayan insan; her anını parasına göre düşünmek zorunda kalırken, para sıkıntısı olmayan insan; yapacağı işlerde paradan bağımsız en iyiye nasıl ulaşacağını düşünür ve konuşur.
Belki başında söylemek gerekirdi ama, bu söylediklerimin önemli bir muhatabı da kendimim. Yani kendimi dışarı alıp da söylenmiş şeyler değil.
İnsanın eksikiliğini hissettiği şeylerden bahsetmesi kötümüdür, bence hayır. Daha iyiyi bulma yönünde kullanılırsa ve mantık çerçevesinde düşünülürse faydalı olur. İnsanlar mevcut durumdaki eksikleri çözüm aşamasında bu tarz bir planlamadan faydalanırsa başarılı projelere de imza atabilirler. Dediğim gibi insan hep eksik olandan bahseder, belki de bahsetmeli...

Gezi: Izmir'den kuzeye... [3. ve 4. gün]

Foça2: Foça'da bir aksam yeterli gibi geliyor ilk bakista. Lakin "Yücehan" isimli küçük tekne'nin günlük tekne turu yaptigini görünceye kadar. Daha sonra teknenin kaptani ve diger personeli ile tanisilinca ertesi gün için güzel bir tekne turu yapmak ve planlari biraz degistirmek hiç de zor olmuyor.
Foça'da fiziki yapisi itibariyle pek çok Ege koyu gibi adaciklarla çevirlmis, girintili çikintili bir belde. Bu da teknelerin çekebilecegi pek çok güzel koy alternatifi sunuyor. Yücehan teknesinde balik yememe aliskanligindan vazgeçmek de dogru bir tercih oluyor. Diger tekne turlarinda hiç rastlamadigim yemek yanindaki içecegin bedava olmasi, karpuz ve çay ikrami, hepsinden öte gösterilen nezaket tekne turunu çok güzel bir hale getiriyor. Burda bir arkadasi da yad etmek gerekir, bir zamanlar bir tekne turu fiyati sorarken içecek dahil mi diye sordugumda; "ne saçma bir soru oldu bunu neden sordun" diyerek beni sorduguma soracagima pisman etmisti. O arkadasla ilgili olarak bir de kurabiye meselesi de var ama konu dagilmasin.

Ayvalik: Foça'dan yolunuzu Altinoluk'a çevirdiginizde bu uzun sayilabilecek mesafede mola vermek için aslinda herbiri güzel tatil beldeleri olan yerlerden Ayvalik'i seçmek mantikli geliyor. Diger alternatifler Bergama(Deniz yok, sadece Tarih var, meraklisina), Dikili, Sarimsakli, Altinova, Burhaniye, Akçay... Ayvalik hem tam ortada olmasi ve pek çok imkana sahip olmasi nedeniyle 1-2 saat geçirmek için ideal bir yer. Çok kalabalik olmasi ve nedense soguk bir ortamin olmasi da daha fazla vakit geçirmeye engel oluyor bu popüler tatil beldesinde. Alisveris yapilan bir kaç esnafta sanki bu fikri onaylamak için olabildigince kötü muamele gösteriyor. Müsteri konusunda belli bir doygunluga ulasmak ben-i ademi nezaketten uzaklastirmasa keske. Gerçi keskelerin olmadigi yerlerde yasamak isterdim o da ayri bir mevzuu.

Altinoluk: Kaz daglarinin arasindaki bir oluktan ismini alan bu kent o oluktan gelen oksijen yogunlugunun kiymeti hasebiyle "Altin" ön ismini de almis. Gerçekten de yesilin maviyle bütünlestigi bu belde çok güzel. Ama söyle "Eski Altinoluk" tan asagiya baktiginizda görülen çarpik yerlesim insani üzüyor. Eski Altinoluk çinar agaçlari, eski evleri ve çay bahçeleriyle pek çok tatil beldesine nasip olmayacak bir alternatih sunuyor misafirlerine. Aslinda adatepe, doyran vb. köyler, tatli su kaynaklari, kaplicalar, kaz daglari ve aklima gelmeyen pek çok alternatif gezi olanaklariyla Altinoluk çok öne çikiyor.
Her tatil beldesinde olan gece pazarina göz atmayi da bugüne sikistirmak ve aradan çikarmak mantikli geliyor. Ancak bu gezi sirasinda söyle bir kumsalda neler oluyor diye göz atilinca, pek çok insanin kumsalda serilmis yattigini görmek de çok sasirtici. Sonra ne yapiyor bu insanlar, bende söyle bir oturayim su kumlara derseniz ve birazda uykulun-yorgun modda iseniz, o kumlarin serinligi sizi üzerinde uyumak için kandirabilir. Sicak yaz aksamlarinin tatil yörelerinde etkisi insani sasirtiyor, zira saatler ilerliyor ama insanlar çoluk-çocuk disarda. Rahatça ve oldukça güvenli bir sekilde geziyorlar.
Bu kalabalik kent gece bu kadar hareketli ise sabah uyuyordur diye düsünmek yanlis olur. Zira sabah gözlerinizi açmakta zorlandiginiz anda plajda gün ortasi gibi kalabalik bir toplulugu görmek bu iddiayi hemencecik çürütür. Buna ilaveten "Eski Altinoluk" da kahvalti yapmak için bekleyen insanlarin hali -hemde haftaiçi bir gün olsa bile- bu kentin ne kadar kalabalik oldugunun bir baska isbati olsa gerek.

Asos(Behramkale): Altinoluk'a pek çok kez giden bir insan 50-60 km ötedeki Asos'dan bihaber olabilir. Veya benim gibi böyle tarihi isimleri duyunca "Aman canim ne isim var taslarin arasinda" diyerek oranin nasil bir yer oldugunu bilmeden gerisin geriye dönebilir. Asos aslinda denizi ve manzarasi ile essiz yerlerden biri. Asos'a Küçükkuyu tarafindan gidildiginde "Kadirga Koyuna" ugramak farz. Zira harika bir denizi var, snorkel yada gözlük kullandiginizda baliklari takip edebilirsiniz.
Sonra devam edip tepenin zirvesine kurulmus olan tarihi kenti ziyaret etmek gerekir. Burda pek çok tesiste var, ayrica her zamanki gibi mini köylü pazarlari ve satilan kiyafet, sabun, çay vb ürünler. Bir kale yeri ancak bu kadar isabetli seçilir, bütün bir ovaya ve denize hakim Behramkale. Çok da güzel bir manzarasi var. Bu kadar diye düsünmemek gerekiyor Asos'u, biraz daha devam edip kendi sahiline ulastiginizda çok güzel bir tas-ev köy yapisini da görürsünüz. Simdilerde otel, lokanta vb tesislere dönüsmüs bu koyun da çok güzel bir denizi var. Her restoran burda kendi iskelelerini de yapmis, sezlong, armut vs güzel bir sekilde yerlestirmis. Insan burda bir gününü rahatça geçirebilir, ama 1 saatten fazla zaman ayirmak pek bize göre degil.
Böyle tatil yörelerinde insanin en çok ihtiyaç duydugu sey oturup soluklanacagi, güzel bir çay içebilecegi bir arkadasi, yakini olmasi. E bir de çayin yanina sizin için yapilmis sicak bir börek vs olmasi gerçekten çok güzel. Bu durumu tarif edecek sifat bulmakta zorlaniyorum, simdilik dogaüstü bir olay diyeyim :) Bu tanidiklar, beldedeki yerler konusunda da mihmandarlik yapabiliyorlar. Altinoluk-Doyran köyünü de bu vesileyle ögrenmis olduk. Altinoluk ve deniz manzarasina sahip bu köyün dogasi da çok güzel, ve tesisleri oldukça hesapli. Ama orayi hak etmek için önce "Mihli Selalesinde" bir soguk suya girip vücudun 4 günlük yorgunlugu almasini saglamakta fayda var. Daha önceden gidilen adatepe, hasanboguldu çayi gibi yerleri bu araya sikistiramamak çok da sorun olmamali.
Dört günde hatta ondan da daha az bir sürede bu kadar yer gezmek insana zamani durdurmusluk hissi veriyor. Gezi tecrübe isi birazda, insan tecrübelerinden ders alarak sonraki gezilerini çok güzel bir hale getirebilir, tabi bazi dis faktörler insanin elinde olamayadabilir. Sonuç olarak söylenmesi gereken cümle su olmali; "Nereleri gezdiginiz degil, kiminle gezdiginiz önemli. Zira en güzel mekanlari bile çelilmez hale getirebilecek kisiler olabildigi gibi, en sikintili durumlarda bile nezaketini kaybetmeyen insanlarda vardir..."

lunes, 2 de agosto de 2010

Gezi: İzmir [1. ve 2. gün]

Eğer İzmir'de yaşıyorsanız, haftasonu günübirlik nereye gideyim diye düşündüğünüzde karşınıza pek çok alternatif çıkacaktır. Karar vermesi de odukça güç. İstanbul'da insan mesela Anadolu yakasında oturuyorsa ya Adalara ya da Riva-Şile tarafların gidebilir. İzmir'de ise durum daha farklı.

Gümüldür: İzmir'in güneyinde yer alan bu belde güzel bir denizi olmasa da, geniş kum bir plajı ve çok fazla pansiyonu olan bir yer.

Ürkmez: Gümüldür'ün komşusu gümüldür ile Seferihisar arasında yer alan küçük bir belde. Denizi daha güzel ve temiz ve daha az kalabalık arayanlar için ideal. Yalnız orman kampı denilen bölgenin araba girişi 12tl bana pahalı geldi. Kendi halka açık kıyı şeridi yeterince güzel. Burda da pansiyon ya da apart sıkıntısı yok.

Seferihisar: Aslında Seferihisar denilince, aslında Teos'tan bahsediliyordur. Zira ilçe merkezi iç taraflarda bildik Anadolu kasabası, Teos'a doğr gittiğinizde marina'yı eski evleri ve güzel kafeleri görürsünüz. Ama yüzmek istiyorsanız biraz daha yaklaşmalısınız Teos'a. Benim taş yığını antik kentler ilgimi çekmediği için malum kenti ziyaret etmedim. Fakat vardır oranın da bi anfi tiyatrosu ve bir kaç roma tarzı sütunu. Teos'un denizini çok beğendim. Zira tertemiz bir suyu ve ayağınızı kuma bulamadan suya girebileceğiniz kayalıkları var. Burda şnorkeli olanlar suyun içinde olan biteni görme şansına sahipler.

Urla: Seferihisar-Teos ilişkisi, Urla-Çeşmealtı'nda da var. Urla güzel büyük bir ilçe. Çeşme yarımadasını baş taraflarında, Seferihisar'ın da kuzeyinde yer alıyor. Güzel yerlerini görmek için iç tarafına kadar gitmek gerekiyor. Eski evleri, güzel sokakları ve güzel de bir Camii var. İnsan bu güzel ilçeye 2 saatini ayırabilir.

Çeşmealtı: Urla'nın sahil kısmında yer alan bu sahil ve yazlık kenti, klasik bir görüme sahip. Pek çok yazlık yoğunlaşması yaşanan sahil kasaba merkezi gibi burda da akşam pazarı mevcut. İnsanlar nedense böyle yerlerde dondurma, mısır vb yiyip saatlerce ve geç saatlere kadar dolanmayı seviyorlar. Klasik çay bahçeleri, kötü yapılan kokoreçleri de var tabii. Çeşmealtına giderken İskele denilen küçük bir bölge daha var. Orası küçük ama benim daha çok hoşuma gitti. Denizden çıkıp bişeyler içebileceğiniz şirin bir yer.

Bir Cumartesi öğledensonrası için İzmir'in bu 6 beldesi yeterli sanırım. Monoton tatil yapmayı sevenler elbette her birisine 1'er gün ayırıp bu parkuru 6-7 günde tamamlayabilirler.

Çeşme: Pazar sabahları tekne turları önündeki kalabalık her zamankinden daha fazla oluyor galiba. Ama sahilde kahvaltı yaparken onların heyecanını izlemek belki daha iyi bir alternatif olabilir. Çeşme merkez küçük bir yer olsa da, çarşısı pek çok tatil beldesinden daha güzel. Ayrıca Bim gibi marketlerin olması çok güzel. Soğuk bir Le Porta'yı 40kuruşa içebiliyorsunuz. Çeşmenin denizi de çok güzel, ama rüzgarları bazen çok etkili olup canınızı sıkabilir. Çeşme'ye ulaşım çok rahat ister eski D300 karayolundan isterseniz de 3 şeritli mükemmel TEM otabanından yorulmadan ulaşabilirisiniz. Bu yönüyle ayrıcalıklı bir tatil beldesi. İzmir'e 80km civarında uzak olsa da bu güzel yol sayesinde mesafe sıkıntı olmuyor.

Ilıca: Çeşme merkezin çok fazla deniz alternatifi sunmaması ve çok daha güzel yerlerin olması yönüyle insanlar farklı yakın alternatiflere yöneliyorlar, Ilıca ve Dalyanköy bunlardan ikisi. Dalyanköy balıkda yiyebileceğiniz güzel temiz plajları olan ordaki pek çok burundan birinin ucuna doğru.
Ilıca ise Çeşmeden 8-10km geride D300 karayolundan gidilirse de yolüstünde olan temiz beyaz kumuyla meşhur bir belde. TV'de gördüğümüz Havai yada Maldivlerin plajlarından farkı olamayan bir kumsalı var. Her ne kadar kumda ve sığ denizde denize girmeyi sevmeyen biri de olsam burayı tecrübe ettim tabiki. Su da sığ olunca sıcak hamam gibi oluyor. Bu yönüyle değerlendirilebilir.

Alaçatı: Biri size 5 yaşında tenise, 5 yaşında kayağa başladım dese vay be dersiniz. Ama aslında burda bu pahalı sporları yapma imkanını ona ailesenin sunduğunu unutmamak lazım. Kimse 4-5 yaşındayken ben golf oynamak istiyorum falan demez sanıyorum. Alaçatı da bu pahalı sporlardan birinin, rüzgar sörfünün, merkezi. Oraya gidip onları izlemek zevkli sayılmaz. E bende öğreneyim deseniz eğitimi, malzemesi falan derken iş içinden çıkılmaz hale gelebilir.
Alaçatı merkezinde aslında deniz yok. Daha önce yanında geçtiğimde bu yüzden oranın Alaçatı olduğunu anlamamıştım. Alaçatı merkezi denizi olmadığı halde çok ama çok güzel eski evleri ve bu evlerin günümüzde dönüştüğü estetik restorant, otel, pastahaneleri vb olan bir belde. Çeşme'ye çok yakın Ilıca'nın biraz gerisinde yer alıyor. Bu sokaklardan etkilenmemek ve tekrar gelmeyi istememek mümkün değil. Benim tercihim sonbaharda gelip kalabalık olmadığı zamanları değerlendirmek.

Foça: Eski mi yeni mi derken, yada bu dağların arkasında ne menem bir belde olacak derken vardık Pazar akşamüstü Foça'ya. İzmir'in kuzeyinde yer alan Foça'ya gitmek için, Menemen ilçesini geçince sola dönmek gerekiyor. Denize girmek için ideal bir yer değil. Yazlık yerleşimi fena değil, güzel evleri var.
Ama Foça merkezi beklediğimin çok üstünde güzel. Herkese hitap eden çarşısı, restoranları vb var. Örneğin Çeşmealtı yada Seferihisardaki gibi "çakma" çarşısı yok. Kendine özgü düzenli bir çarşısı var. Tıpkı Çandarlı ve Amasra'daki gibi deniz merkezin her iki tarafında da var. Uzun bir yol yürüyüp aradan bi sokaktan geçtiğinizde başladığını yere döndüğünüzü görünce şaşırıyorsunuz. Kartpostallık bir koyu ve bu koydaki sıra sıra dizilmiş sandalları var. Açıktaki adalar günbatımını güzelleştiriyor. Dolayıslar Foça'ya benden yüksek bir puan gidiyor.

Bir pazar günü için Çeşme-Foça arası yeter derken, Alsancak Kordon'a uğradığımızda, orda da çimlerin üzerinde oturmadan edemedik. İstanbul'da alışık olmadığımı bir manzarayla karşışatık, insanlar çoluk çocuk, eş dost ne varsa gecenin ilerleyen saatlerinde oturuyorlardı bu geniş ve güzel sahil parkında. Saat 12'ye yaklaştığında da hala bir azalma olmadığı gibi yeni kişilerin geldiğini de gözlemledik. Benim içinde gecenin bi vakti çimlere uzanıp yıldızları izlemek adına güzel bir deneyim oldu.

2 günde izmir turu farkındayım ki 80 günde dünya turu ayarında oldu. Bu mekanları çektiğimiz fotoğraflarla da göstermek istiyorum daha sonra fırsat olursa. Ve yine fırsat olursa diğer gittiğim yeleri de yazmak isterimi en azından Sinop-Kastamonı kısmını...

lunes, 26 de julio de 2010

Ümitsizliğe Düşme(me)k



İnsan bazen başına bir olay geldiğinde, olayın altında ezilir. Ümitsizliğe düşer. Ama bu durum oldukça yıpratıcıdır. Aslında başka sebeplere dayandığı söylenen hastalıklarında kaynağı belki bu ümitsizlik hali ve kabz durumudur.

Her insanın ümitsizliğe düşme ihtimali vardır. Burada önemli olan, bundan nasıl ve ne kadar hızlı sıyrılacağıdır. İnsan kendini bu yönüyle de iyi tanımalı ve hastalığına karşı çözüm yöntemleri geliştirmelidir.

Ye's öyle bir bataktır ki: Düşersen boğulursun
Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

M.Akif Ersoy
M. Akif Ye's yada yeis derken ümitsizliği yada ümitsizlikten kaynaklanan sıkıntı durumunu kast ediyor. Tavsiye olarak da umut ışığının peşinden gitmeyi öneriyor.

"Şimdi ne yapacağımı aiyi biliyorum nefes almaya devam edeceğim, yarının ne getireceğini kim bilebilir ki..."
Tom Hanks, Cast Away filminden...

Bizim kültürümüzden uzak da olsa, hayattan beklentileri farklı da olsa bazen batı kaynaklı filmlerden de öğrenilecek deneyimler olabilir. Güçlü insanın bir özelliği de en zor zamanlarda olayların altında ezilmemek ve duruşunu bozmamaktır.

Bu durumdan nasıl çıkarım, bu da geçer mi dememeli, bunlarla vakit kaybetmemeli, gözler umut kapısında olmalı, oraya varılacağından şüphe duyulmamalı, oraya nasıl varılacağının yolları araştırışmalıdır.

Gerçek dostlarda böyle zamanlarda birbirlerine gösterdikleri desteklerler ayrıştırılırlar muhakkak...

sábado, 24 de julio de 2010

Ağustosta Rapsodi



Akira Kurosawa'nın büyük bir yönetmen olduğunu öğreneli çok olmuyor. Seven Samurai filmini izlemek onun sinema dünyasındaki yerini anlamak adına yeterli. Önce çıkan bir diğer filmi de Rhapsody in August ( Ağustos'ta rapsodi ), hani filmin isminden ve afişinden bir şey anlamayacağınız ama izledikçe hiç bitmesini istemeyeceğiniz tarzdan bir film.


Bu filmle ilgili pek çok şey yazılıp çizilmiştir elbet. Ben bu saatten sonra film hakkında şekil bakımından konuşmaktan hicap duyarım. Söylemek istediğime gelince; Bu filmi izlerken kafamda aniden bir şimşek çaktı. 20. yüzyıl'ın en büyük rezaletlerinden olan "Hiroşimaya atılan Nükleer Bombayı" hatırladım. Oysa ne kadar da çabuk unut(turul)uyoruz. Sinemanın işte böyle bir etkisi de var, bazı tarihi olayları hemde taraflı bir şekilde gözümüzün içine sokarken bazılarının esamesi bile okunmuyor.





Bu filmi izlerken arada durdurup hiroşima belgeselini izledim. İnternetin bazı güzel yanları da var, video paylaşım sitelerinden istediğiniz konudaki belgeselleri bulabiliryosunuz. Sanırım 10 sene evvel olsaydı ansiklopedilerden bulmaya çalışacaktım hiroşimayla ilgili bilgileri. Evet bu film sayesinde tarihte, hemde çok yakın tarihte vuku bulan bu olayı, hatırlamış oldum. İzlenmesini de elbette tavsiye ederim.

Hayal Kırıklıkları


İnsanın başına gelebilecek en zor şeylerden biridir hayal kırıklıkları. Muhakkak iradeli insanlar bunu daha az yaşıyordur. Çözümü var elbette, meselelere ve kişilere fazla bel bağlamazsan, fazla ümitlenmezsen hayal kırıklıkları da çok az olur. Ama insan karakteri ititbariyle "elinde olmayarak" ümitlenir. Tabi bu ümitler doğru şekilde akis bulursa, bundan da güzeli yoktur herhalde.

Hayal kırıklıkları nasıl olur diye düşünüldüğünde pek çok örnek bulunabilir. Örneğin yeni biriyle tanıştığında insan, bir kaç güzel davranışını gördüğünde onun bütün her şeyiyle mükkemel insan olduğuna inanır ve inanmak ister. Zaman içinde öyle olmadığını gördüğünde bu seferde büyük bir yıkım olabilir.

Bir diğer örnek ise yalan söylemeyen bir insan etrafındaki insanların yalan söylediğini hiç bir zaman düşünmez -burda insan diğerlerini kendi gibi zanneder genellemesi de yapılabilir(olumlu veya olumsuz) - mesela birine bir olayın nasıl olduğunu sorar, yapılan açıklamayı doğru kabul eder. Neden sonra olayın farklı olduğunu öğrendiğinde bu kadar saf olduğu için kendisine mi kızsın, yoksa dürüst olmayan muhatabına mı kızsın şaşırır.

Söz verme konusu da yalan konusu gibidir. Karakterli insanın iki ana ilkesidir yalan söylememek ve sözünde durmak. Bunları yapmayan bir insanın karakterli olduğundan bahsedilemez. "Yalan" ve "Söz Verme" konularının çerçevesi ayrı ayrı bir yazı konusu olacak derinliktedir. Karakterli insan söz verdiğinde pek çok şeyi kaybetme adına sözünü tutmaya çalışır. Kendisine söz verildiğinde de tutulacağını düşünerek, mevzu bahis olan konuda gönlü müferreh olur. Peki ya verilen sözlerin ağızdan öylesine çıkmış zırvalıklar olduğunu öğrendiğinde yaşanılacak yıkım maalesef çok büyük olur.

Hayal kırıklığına uğratmamak büyük bir çaba ister. Bunun için insan sanatçının sanatını yaptığı hassasiyette ki gibi hayatı hassas yaşamalı. Bir kez daha ortaya çıkıyor ki, insan olmak -ama gerçek anlamda insan- çok zor.

Birde insanın iç dünyasında yaşadığı hayal kırıklıkları vardır. Bazı olaylar karşısında kendisinden beklemediği içsel veya dışsal davranışları gösterir. Mesela bazı şeyleri düşünmeye engel olamaz, bazı alışkanlıklarından vazgeçemez, yaptığı bir hatayı kendine yediremez vb. Acaba hangisi daha çok yıkıcı olur; Dışarı kaynaklı hayal kırıklığı mı, yoksa iç dünyadaki hayal kırıklığı mı...

miércoles, 21 de julio de 2010

İnsan İlişkileri Üzerine

Popüler kültürün üzerimizdeki olumsuz etkileri saymakla bitmez. Hangi etkisinin daha kötü olduğuna karar vermek güç. Ama bencillik ve bireysellik ilk sıralarda yer alır.
Ben olgusunun nasıl tesir ettiğini anlamak için, günlük hayatta kullanılan kelimelere bakmak iyi bir ölçü olabilir; İstiyorum, sıkıldım, kalkalım, anlamadım vb kelimelerin kullanım oranı bir istatistik yapılsa, arttığı gözlemenecektir.
Fedakarlık, başkası için yaşama, karşılıksız iyiliğin bir görünür getirisi yok. İlkeli, erdemli davranışlarda popüler kültürün nasihatleri arasında yer almıyor. İnsanın fazladan çabalar göstermesi gerekir, kendini bu ben duygusundan uzak tutabilmek için.
İlişkilerde konuşulan konular, yapılan aktiviteler, tanışılan insanlar "ne getirisi olacak bana?" sorusu çerçevesinde işleniyor. Alıcı olmaya alışan insan, karakteri itibariyle "Acaba ben ne verdim" sorusunu kendisine sormaktan çekindiği gibi, muhatabına da bu imkanı vermiyor. Zaten çok hızlı kurulan ilişkileri daha da hızlı bitirmek gibi bir yaptırım gücü de var nede olsa. Bu konuda çözüm önerisi sunmakta güç, zira önce neden çözmek gereksinki sorun mu bu sorularınına insanların ne cevap vereceği önemli.

Başka Semtin Çocukları



Bir Türk filmini en son beğendiğimden beri çok uzun zaman geçmişti. Bu filmdeki oyunculuk ve sahne seçimleri gerçekten çok iyi. Buna ek olarak -bi filmin en zor kısımlarından biri herhalde finali iyi yapmaktır- finali de oldukça iyi buldum.

Konu ise biraz iç karartıcı ama ne yapalım gerçekçi bir konu.